Çağımız psikopatolojilerine güncel yöntemlerle, çeşitli tekniklerle farklı yorumlar getirilmiştir. Bu teknikler çeşitli görüngüleri hedef almaktadır ve farklı terapi planları ile bir amaca yöneliktir. Her dönemde olduğu gibi, günümüzde de ‘’popüler psikopatolojiler’’ için çeşitli cevaplar üretilirken, psikanaliz bu cevaplar arasında hep bir sınava tabii tutulmuştur. Etkinliği, teorisi ve sonuçları her daim sorgulanmıştır. Yüz yılı aşkındır aktif bir şekilde çalışan psikanaliz, getirilen sorulara ve eleştirilere kendi teori çerçevesinin mantığında cevaplar geliştirmiştir. Bu yazıda ele almak istediğim konu ise yas ve depresyon. Ama özellikle çağımızda nevrotik yas ve psikotik melankoli ayrımını silikleştiren depresyon üzerine. Elbette depresyon kavramının özellikle psikanalitik açıdan teorsinin ve pratiğinin neye denk geldiğini kabaca belirtmek üzerine.
Klasik bir ifade ile depresyona birçok şey neden olabilir. Kabaca onu iki farklı bakış açısını takip ederek tanımlayabiliriz: bir sendrom olarak, yani nedene değinmeden gözlemlenebilen bir dizi semptom olarak gören tanımlayıcı bir bakışı olarak. Diğeri ise psikanalitik bir bakış açısı olan, depresyonu ortaya çıkaran nedenlerle ve onu açıklayan bilinçdışı mekanizmalarla ilgili olarak. Psikanalitik açıdan bakarsak, işler karışıyor gibi durabilir. Ama bu karışıklığa yakından bakıldığında aslında klinik pratik açısından ne kadar kolaylık sağladığı görülecektir. Bu bakış açısında kolaylık sağlayan faktörler, yapı bakımından (Nevroz, Sapkın ve Psikoz) ele alındığında karşımıza çıkan tablodur.
Elbette bir manevra alanı için başlangıç noktası elde edeceksek, Freud’un en önemli metinlerinden “Yas ve Melankoli”dir (2004(1917): 10), ve hemen göze çarpan “melankoli” terimidir. Freud nevrotik yas ile psikotik melankoli arasında şöyle bir ayrım çiziyor: ”Yas ile kurduğumuz benzetim bizi, kişinin nesneye dair bir kayıp yaşadığı sonucuna ulaştırmıştı; kişinin anlatımı ise Ben’ine dair bir kayıp yaşadığını ortaya koyar.” Bu gerçekten klinik için dehşet verici bir ayrımdır. Yasta Ego ile sevilen nesne arasındaki çatışma, fail ile Ego arasında özdeşleşme ile değiştirildiği gibi bir bölünmeye dönüşür. Ve böylece, yasta nesnenin bir yıkımı olduğu yerde, melankolide Ego’nun bir yıkımı vardır.
Freud çok net bir şekilde nevrotik yas ve melankolik psikoz alanı ile ilgili konuşur. Nevrotik Yas çalışmasından bahsederken Freud (2014:21) şöyle diyor: ”Libidoyu nesneye bağlayan her bir anı ve beklenti yeniden konumlandırılır, aşırı işgal edilir ve libidonun ayrışması tamamlanır.” Bu tam da Darian Leader’ın çok güzel örneklediği elmas metaforudur. ”(…) tıpkı bir elmasa sadece bir açıdan değil mümkün olan bütün açılardan bakmak gibi, böylece elmasın her yüzü görülebilir. Freudyen terimlerle, kaybedilen nesneye bütün farklı temsillerini kapsayacak şekilde erişilmelidir.” (Leader, 2018:31) Verhaeghe (2004) bunu daha da örnekler. Freud, nesne gerçeklikte kaybedilirken egodan sökülmesinin/çözülmesinin de takip edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Deneyim bunu açıkça ortaya koymaktadır: Sevilen birini kaybettiğimizde, kendiliğimizin de bir kısmı kaybedilmiş gibi olur. Sevilen nesne adeta bizim bir parçamız gibiydi; o içimizdeydi ve şimdi Freud’un işaret ettiği gibi içsel olarak da terk edilmelidir.
Buna şu açıdan da bakabiliriz; Grup Psikolojisi’nde çok önemli bir bölümden, özdeşleşmeden bahseder Freud. Burada ikinci özdeşleşmeyi nesnenin “içe projeksiyon” olarak belirtir. Ve daha sonra bu metinde, bu özdeşleşmenin mekanizmasını melankoliye uygular. Aşk nesnesinin benzer bir içe projeksiyonu. Ancak 1917’de “Yas ve Melankoli’de” Freud, kayıp nesne ile özdeşleşen Ego hakkında, yasta bir nesne kaybının olduğu yerde, melankolide bir Ego kaybı haline geldiğini konuşmuştu. Ve yastaki nesne kaybı bilinçli iken, melankolideki nesne kaybı bilinçten çekilir. Daha da önemlisi, nesne ile özdeşleşme süreci, Freud’un büyük ölçekte Ego’nun fakirleşmesi olarak adlandırdığı şeye yol açar. Yasta, yoksullaşan dünya, melankolide Ego’nun kendisidir (Freud, 2014(1917)). Melankolide nesne kaybı her zaman o kadar belirgin değildir, normal bir yas sürecinde ise melankolik hasta için çok tipik olan gürültülü kendi içine dönük sitemler yoktur.
Yasta, libidonun kayıp nesneden kademeli olarak geri çekilmesi ve yenisiyle yer değiştirmesi vardır. Melankolide, libido Ego’ya çekilir ve nesne ile özdeşleşmeyi oluşturmak için kullanılır. Bu da kayıp nesneye karşı suçlamaların, o aşamada Freud’un “özel bir fail” olarak adlandırdığı şey tarafından egonun kendisine yönlendirilmesine izin verir. Freud, melankolinin ayırt edici özelliklerini açıklayan şeyin bu olduğunu belirtir: Son derece acı verici bir hüzün, dış dünyaya olan ilginin kesilmesi, sevme kapasitesinin kaybı, tüm faaliyetlerin engellenmesi ve belki de en önemlisi, kendini suçlama ve kendini hakarette ifade bulan bir dereceye kadar öz saygının düşürülmesi, sanrısal bir ceza beklentisi ile sonuçlanır. Bir noktaya kadar yas ve melankoli ayrımı yok gibi görünür fakat çok keskin olan ayrımı Leader bize özetler: ‘’Nevrotik kişi diğerlerinden daha aşağı veya yetersiz hissedebilirken melankolik kendini değersizlikle suçlayacaktır, sanki hayatı bir günah ya da suçtan ibaret gibidir. Yetersiz hissetmekle kalmayıp, yetersiz olduğunu bilir. Burada şüpheden çok kesinlik vardır.’’ (Leader, 2018:37)
Ama biz bahsettiğimiz gibi yas ve melankoli arasında olan ayrımda depresyonun ortalığı bulanıklaştırmasına nasıl engel oluruz? Özdeşleşme kavramı her daim burada kilit rol oynayacaktır. Freud büyük bir ustalıkla yas için nevroz ve psikoz arasındaki ayrımı net çiziyor. Ama bu yazıda bizim neden günümüzdeki silikleşen ayrıma özdeşleşme açısından bakmamız gerektiğini açacağım. Zira depresyon gibi suyu bulandıran bir ifadeye bu açıdan bakılırsa biraz daha klinik tablonun işleyiş açısından net olunacağını düşünüyorum.
Gerçekten de hem depresyonun hem de yasın temelinde yatan süreç, besbelli ki içsel imajı ve dolayısıyla özdeşleşmeyi parçalama ihtiyacıdır; Öteki’nin arzu nesnesiyle özdeşleşme, bunun farkına varılması ve bu yabancılaşmanın ayrılması meselesi. Depresyon tersi bir süreç, bir kimliksizleştirme olarak düşünülebilir. Bu aşamada ilk durak noktamız hiç tesadüfi olmayacak bir biçimde Lacan’ın Ayna Evresi teorisidir. İlk temel özdeşleşmenin sinyalleri burada duyulur. (Lacan, 1946). Ayna evresinde gerçekleşen ilk özdeşleşme, kabuğu, yani sonraki tüm özdeşleşmeleri barındıracak bedensel şemayı sağlar.
‘’Ayna evresi Ego’nun özdeşleşme yoluyla oluşumunun izahıdır; ego kişinin kendi AYNA İMGESİ’yle özdeşleşmesinin ürünüdür. Bu fenomenin kilit noktası insan yavrusunun prematüre doğmasında yatar; altı ay geçmesine rağmen bebek halen koordinasyonunu sağlayamaz, ancak görme sistemi nispeten ileridir; yani bedensel hareketlerinin kontrolünü kazanmasından önce kendisini aynada tanıyabilir’’ (Evans, 2019:47).
Özdeşleşmenin temelleri işte burada atılır. Ego’nun ayrıca neden yanlış anlamanın alanı olduğunu da burada görürüz. ‘’Lacan burada bir özdeşleşme yani, bu görüntüyü üstlendiğinde öznede ortaya çıkan dönüşüm olduğunu tespit eder. (…) Lacan bu evrede, daha sonra ikincil özdeşleşmelerin öznenin yaşamına katılmasını sağlayacak olan benliğin oluşum anını görür.’’ (Castanet, 2017:20). Lacan, Freud’dan daha da önceye özdeşim kavramını çekmiştir. Freud, özdeşim ile bağ arasında bir ilişki bulmuştur. Ona göre özdeşim, Ödipus öyküsünde en erken role sahiptir (Freud, 2004 (1921)). Lakin Freud, özdeşimin Lacan’ın ortaya koyduğu gibi Ödipus öyküsünden daha da önceye uzandığını sezmiştir. Şöyle diyor Freud (2004 (1921):123): ‘’Bu nedenle birincil türden bir bağ herhangi bir cinsel nesne seçimi yapılmadan önce de olasıdır. Ayrıma açık bir metapsikolojik temsil sunmak çok daha zordur. Yalnızca özdeşleşmenin bir model olarak alınmış olan bir kişiye göre insanın kendi egosunu biçimlendirmeye kalkıştığını anlayabiliriz.’’
Başka bir deyişle, kendimiz olarak adlandırdığımız en samimi kimliğimiz, nihayetinde bütünleşmiş bir özdeşlikler koleksiyonundan başka bir şey değildir. Öteki’nin sözleri ve imgeleriyle özdeşleşir ve yabancılaşır, bir Öteki olur. Kısacası özdeşleşmelerimizin altında bir boşluk, delik yatar. Lacan 6. Semineri olan Arzu ve Onun Yorumu’nda şöyle diyor:
‘’Fantazm, eksiksiz bir yapıda kavramanın mümkün olduğu durumlarda, bir anlamda, diyelim ki, nozolojik yapılar, pratiğimizde karşılaştığımız yapılar ile ilgili olarak kendisine yöneltilen şeyin bir merkezi olarak hizmet edebilir – başka bir deyişle, öznenin arzusu ile uzun zamandır belirlediğim şey arasındaki ilişki, psikanalitik bir perspektiften, sadece referans noktası değildir, özü bakımından da: Öteki’nin arzusu.
En son, nesnenin işlevine ve öznenin işlevine karşılık gelen, bunları saptamanıza yardımcı olan sapkın fantazmları tartıştım. Fantazm, öznenin arzudaki belirli bir konumunun desteği ve işaretidir. Başlangıçta, en azından arzu olarak nitelendirdiği noktada, özneyi desteklemek için hizmet eden ötekinin görüntüsüdür.’’ (Lacan, 2013 (1958-59):430)
Tam burada çağımızın belası olarak adlandırılan depresyona yüzümüzü çevirmenin vaktidir. Burada ele alacağım, nevrotik depresyondur. Bunun nedeni her daim her yapının görüngülerine tek tek ele alınması ve etimolojisine çok hassas şekilde yaklaşılması gerektiğine inandığım içindir. Bu durumlardaki ince çizginin teorik olduğu kadar pratik manada da aynı hassiyetle karşılık bulması gerektiğini savunuyorum. Bu teorik yönün perspektifi olmadan, depresyon kavramının pek bir değeri yoktur ve burada bunun çalışılmasının da bir yararı yoktur. Konumuza geri dönersek, depresyonun merkezinde, klinik olarak görülmesi zor olmayan duygu eksikliği, boşlukla yüzleşme ve anlam kaybı vardır Bu nedenle depresyon, özdeşleşmenin tersi olarak, Öteki’de tanımlayıcı/kimlikleştirici bir demirleme noktasının kaybı olarak algılanabilir (Verhaeghe, 2004). Bu perspektiften, depresyon her özne için temel bir ihtimaldir, o yüzden ‘’hassas yaklaşım’’ önerim özne ile Öteki arasındaki ilişkide hangi belirli faktörlerin bu depresyonla sonuçlandığına dair bir değerlendirmeye dönüşüyor.
Freud’un “Yas ve Melankoli”deki diğer önemli bir faktörü keşfeder. Depresyon her zaman kişinin Ötekinin arzusunu tatmin edemediğine dair kendini suçlamasıyla gelir. Bu kendini suçlamanın aynı zamanda ötekine yönelik örtülü bir suçlama olduğu fikri Freud tarafından zaten öne sürülmüştü ve aynı koşulda klinik pratikte hala doğrulanabilir. Verhaeghe (2004:273) Şöyle diyor: ‘’ Psikotik depresyonda, bu kendini suçlamalar yüksek sesle ve net bir şekilde ortaya çıkar, nevrotik depresyonda bu yüksek seslilik yoktur. Nevrotik çoğunlukla başarısızlıklarını gizlemeye çalışır ve değersiz olma duygusunu göstermez. Bu bağlamda, insanların “gizli” bir depresyondan, yani dış dünyadan, Öteki’den gizlenmiş bir depresyondan bahsettikleri sıklıkla duyulur. Suçluluk ve utanç burada bir araya geliyor. Depresif, boş nevrotik şikayetlerde, yorgunluk, can sıkıntısı, yıpranma hissi, arzusu olmayan, genelleştirilmiş bir hayat çilesi, tedium vitae’ye kadar her şeyi duyabilir. Bütünlük, “artık hiçbir arzum yok” ve “hiç kimse tarafından arzulanmıyorum” olarak özetlenebilir, bu sayede “hiçbir şey yapamam, yetersizim” anlaşılmalıdır. Yine, bu, dürtüsel fikri “arzu Ötekinin arzusudur” olan özne-Öteki özdeşleşme diyalektiği açısından anlaşılmalıdır.’’
Özdeşleşme diyalektiği sayesinde, özne “kendi’’ kimliğini kazanır. Özne, Öteki’nin arzusundan düşerse, sonuç olarak kendini yukarıda belirttiğimiz boşlukta/delikte bulur. Öteki’nin artık onu arzulamadığına ve arzusunu başka bir yere yönelttiğine ikna olduğu andan itibaren (parçasını) kendini kaybeder. Buna, Öteki’nin somutlaştırılmış görüntüsüne bürünmüş bir kişi veya kurum, özneye artık onu tatmin etmediği fikrini veren bir şey, söylediğinde veya yaptığında neden olur. Nevrozun üç klinik yapısını tanıtarak Nasio (2012) tarafından farklı formüle edilmiştir: depresyon, bir gün ideal bir aşk tarafından sevilme (bu narsistik histerik durumudur), bir gün en iyisi olarak takdir edilme (bu obsesyonel narsistin durumudur) veya bir gün kendi kendine yeterli olarak kabul edilme (bu, narsistik fobinin durumudur) yanılsamasının kaybına verilen tepkidir. Nasio’nun neden narsisistik olarak atfettiği elbette Freud’un “Narsisizm Üzerine” başlıklı makalesine dayanıyor. Bu konu hakkında daha fazla bilgi olmak isteyenler Narsisizm Üzerine metnine bakabilir.
Burada Verhaeghe (2004:286) ile devam etmek yerinde olacaktır. Zira Nasio’nun depresyonu neden bir yanılsama kaybı olarak adlandırdığını daha da açmıştır: ‘’Şimdi bu neden olmayı bir özdeşleşme kaybı olarak nasıl anlıyoruz? Özne-oluşumu sırasında, Öteki ile ilişki içinde kimlik kazanılmıştır. Öznenin, içsel dürtü uyarımına (a) bir yanıt vermesi için Öteki’ne yaptığı kökensel başvuru, öznenin Öteki’nin yanıtıyla özdeşleştiği bir durumla sonuçlandı. Lacancı terimlerle özne, kendisini Öteki’nin arzusuyla özdeşleştirir. Bu şu demektir; öznenin kendisini Öteki’nin konumundan gördüğü ve bu Öteki’nin arzuladığını düşündüğü ideal forma göre biçimlendirdiği anlamına gelir. Bu aynı şekilde “arzu Ötekinin arzusudur”un kaygılı-depresif karşılığı açısından da bakılabilir ve klinik için bir pusula noktası olabilir. Depresyon, bir nedenden ötürü, öznenin Öteki’nin arzusunu artık tatmin etmediğine ikna olduğunda başlar. Sonuç olarak, özne kendi fantezisinden bu boş deliğe düşer. Özne, aynı zamanda bu “ben”in göreliliğini gösteren “kendinden” düşer.
Freud (1917) ‘’Yas ve Melankoli’’de çok dikkat çekici bir ifade kullanır: ‘’Yas genellikle sevilen bir kişi ya da kaybedilen kişinin yerine konan soyut bir kavramın yitirilişine verilen tepkidir; anayurt, özgürlük ya da bir ülkü gibi.’’ Fidaner, bu olayı şahane bir metafor ile sahne olarak nitelendirir. Şöyle der: ‘’Yasta, özne kendi kaybının sahnelenişini fiilen algılar, ve sahnelenen kayıp hakikaten kaybedilir, nesne ikinci kez öldürülür.’’ (Fidaner, 2020) Belirli bir yas olgusunu kronik hale getiren nokta kaybedilen nesneye, ideolojiye, ideale yapılan narsistik libidionun yüküdür. Bir yandan da Nasio’nun özellikle narsisistik vurgusunu duyabiliriz. Diğer yandan iki temelli bir durum elde diyoruz: İlki özne-oluşumu için gereken bir depresyon süreci. Öteki’nin özneyi sürekli olarak yetersiz olarak tanımladığı kökensel bir özne-Öteki ilişkisidir. Diğeri ise özellikle erken dönem, örneğin hastalık, ayrılık, ölüm, anayurt, özgürlük ya da bir ülkü gibi Öteki’nin kaybı, yaşamdaki belirli tekil olayları içerir. Böyle bir kayıpla karşı karşıya kalan çocukların her zaman kendilerine bundan bir şekilde kendilerinin sorumlu olup olmadığını sormaları ve bu nedenle de bunun için “suçlu” olmaları dikkat çekicidir. Gerçekten de ötekinin ortadan kaybolması, Öteki’ye suçluluğu yüklemeyi zorlaştırır. Tek çözüm, öznenin bu suçu kendi üzerine almasıdır (Verhaeghe, 2004:288).
O halde şöyle özetleyebiliriz: öznenin Öteki’nin arzusuna dair özdeşimlerine zarar veren, onu çürüten her söz/eylem (derecesine göre değişen) depresyona neden olur. Bu, yukarıda bahsettiğim Öteki’ni somutlaştıran durumlar sonsuzca olmasa bile çeşitli seçeneklerde kendini gösterir. Örnek olarak; işyerinde başarısızlık, bir partner tarafından reddedilmek ya da terk edilmek, aşağılanma, arkadaş grubu tarafından dışlanma. Bu genişletilebilir listeye iyi odaklanmalı ve özne-Öteki ilişkisi büyük bir dikkatle klinikte değerlendirilmelidir.
Kapitalist Söylem’in neden men etmenin bir şekli olarak yorumladığının bir yüzünü de burada görebiliriz. Zira Kapitalist Söylemin klinliği, depresyonun bir şekilde geriye hiçbir iz, hiçbir kalıntı bırakmayacağı şekilde olumsuzlamasını hedeflemektedir. ‘’Modern’’ psikiyatri ve psikoterapi yöntemleri, depresyonun Yasa eşlik eden kurucu işlevini bir kenara bırakarak, ortadan kaldırılması gereken bir durum olarak hedefe koymaktadırlar. Bu yöntem pratikleri, öznel yapıları silerek, işleyiş içinde daha da tehlikeli bir Mesajı kendilerine kerteriz olarak alıyorlar: Mutlu ol! Freud, despresyon durumunda örnek olarak işlerlikte olan Ben’e dair suçlamalarla çelişmenin, mücadele etmenin bir yararı olmadığını zaten belirtmiştir. ‘’Ben’ine böylesi suçlamalar yönelten bir hasta ile çelişmek hem tedavi açısından hem de bilimsel olarak verimsiz olacaktır. Bir şekilde doğruyu söylüyor ve bir şeyleri kendisine göründüğü gibi anlatıyordur.’’ (Freud, 1917) Böylesi bir mücadele öznede hiç planda olmayan bir problemlerin peydah olmasına neden olabilir. Bu imgeselde bir tartışma olur. Ve bir pratik, imgesel düzlemde asla bir hedefe varamaz.
Hedef konusu açılmışken, psikanaliz depresyona nasıl yaklaşır? Pratik içinde ne yapabilir? Bu, tedavinin sonunu depresyon açısından düşünen Melanie Klein ve Lacan’da ortaya çıkıyor. Son nokta, ya da daha iyisi, tedavinin kesinliği, yas ya da depresyon-çalışmasına vurgu yaparak, bir yas süreci olarak düşünülür. Günümüzde analitik pratiği Kapitalist Söylem’e yaklaştıran, psikanalitik pratik altında ne pratik yaptığı belli olmayan, narsistik ‘’Bilen Özne’’ pozisyonudan yanılsamalı şekilde konuşan klinisyenlere karşı Miller geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiği bir etkinlikte tekrar bir hatırlatma yaptı: ‘’İhtişamlı bir iyileşme beklemiyoruz, ihtişamlı bir şey yapmıyoruz, daha onurlu ve daha az acılı bir yaşam sağlamanın yollarını arıyoruz’’. Burada tanıdık bir tanımlama ile karşılaşıyoruz. Zira Freud’un (1895 (2001:355) bir analizanının sorusuna verdiği cevap şu şekildeydi: “Hiç kuşkusuz yazgı sizi hastalığınızdan kurtarmayı benden daha kolay bulurdu. Ama sizin histerik acınızı genel bir mutsuzluğa dönüştürürsek çok daha kazançlı olacağınıza kendinizi inandırabilirsiniz.”Analizanın mutlu olması, bir hedef değil, ancak seans sırasında ya da sonunda ortaya çıkma potansiyeli olan ikincil bir kazançtır.
Bu neyin ‘’hedefliği’’ meselesini manevra olarak kullanarak Verhaeghe (2004:280) ile devam edelim: ‘’Analitik çalışmada analizan, olduğu nesneyi arar. Serbest çağrışım yoluyla, analizan kendi kimliğini ve ona eşlik eden/beraberindeki arzusunu arar. Paradoksal sonuç, analizanın, başka bir yerden elde edilen bir kimliğin ve bir ötekine bağımlı bir arzunun ötesinde bulabileceği bir şey olmadığını hızla keşfetmesidir – ve bu arzunun o ötekinden yana mı yoksa ona karşı mı olduğuna bakılmaksızın, aynı şekilde ona daha az bağımlı değildir.’’
Kısacası, bir kişi, kendi kimliğinin giderek daha az erişilebilir hale geldiği ve aslında giderek daha fazla sorgulandığı sürekli bir yabancılaşma sarmalından başka bir şey keşfetmez. Lacan’ın uygun bir şekilde öznel yoksunluk olarak adlandırdığı şey budur ve hem kendi hem de Öteki’nin kimliği üzerinde inkar edilemez bir yas düzenidir. Özne, Öteki’nin arzusundan koptukça dağılan özdeşimlerin bir nevi yasını tutar. Depresyondaki yas çalışması ile psikanalitik tedavi arasındaki en önemli fark, burada aslında ortaya çıkmaya başlar. Bir kişi depresyondan ‘’çıkabilir’’. Bu çeşitli şekillerde olabilir; İlaç yoluyla, semptomunun tekrarı yoluyla, ufukta tekrar, arzu edilen veya arzulanan bir nesne belirlenmesiyle, bir öncekinin yerine yeni bir özdeşleşme kurması yoluyla. Bununla birlikte, temel yapı aynı kalır, temel fantazm tekrar işlevsel hale gelir ve ‘’şikayet’’ ettiği semptomdan tekrar aynı jouissance’ı almaya devam eder. Buradaki depresyon tekrar başlangıca hiçbir değişiklik olmadan geçiş anıdır. Analizan adına hiçbir şey kazanılmamıştır. Dürtü yine aynı sapaklara girmeye devam edecektir. Öte yandan, psikanalitik tedavinin amacı semptomun tekrarı kırmaktır. Somut terimlerle, aynı ilişkilerin, aynı insanların, aynı sonların ve yeterince sıklıkla aynı depresyonun tekrarlandığı Öteki’ye yönelik alışılmış ilişki olduğu ölçüde semptomun tekrarını kırmayı amaçlar. Lacan’ın “fantaziyi kat etmek” dediği şey, özdeşimi Öteki ile ilişki içinde yeniden tanımlamayı, tekrarı durdurmayı amaçlarken, depresyonun üstesinden gelmek yeni bir şeye geçişi ima eder. Yani seansların başında bir kaybın yası ve buna bağlı olarak depresyon ile başvuran analizanın, analizin sonunda elinde olan yas aynı değildir. Yas çalışması, belirli bir manevra alanı sağlamıştır. Bu elbette bilinçdışının işlenmesiyle ortaya çıkan yas durumudur. Tedavi bu noktada başarısız olursa, “döner kapı” olarak iyi bilinen fenomene yol açacaktır (Verhaeghe, 2004).
Kaynakça
- Evans, D., Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, çev. Turgay Sivrikaya, Umut Yener Kara., 2019, Islık Yayınları
- Nasio, J.D., La dépression est la réaction à la perte d’une illusion (2012)
- Verhaeghe, P., A Manual for Clinical Psychodiagnostics, 2008, Karnac
- Leader, D., çev., Ayça Göçmen, Aralık 2018, Encore Yayınları
- Freud, S., Yas ve Melankoli, çev. Aslı Emirsoy, Kasım 2014, Telos Yayınları
- Freud, S., Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Dr. Emre Kapkın, Mayıs 2004, Payel Yayınları
- Castanet, H., Lacan’ı Anlamak, çev., Baturalp Aslan, Eylül 2017, Encore Yayınları
- Lacan, J., Desire and Its Interprtation, çev. Bruce Fink, 2013, Polity Press
- Fidaner, I. B., Melankoli Arzunun Hüsranıdır, https://yersizseyler.wordpress.com/2020/08/03/melankoli-arzunun-husranidir-isik-baris-fidaner/