Klinik içinde tartışma yaratan Anoreksiya Nevroza’yı psikanaliz açısından yeni bir yapı olarak ele alınıp alınamayacağını tartışacağım. Bu yazımda Anoreksiya Nevroza’yı bir görüngü olarak yaklaşıp, yapılara göre konumlandırmaya çalışacağım. Öte yandan bu çalışmada yine klinik yapıları ayrı ayrı ele alıp, fallik bir meselenin mevcudiyeti ile namevcudiyetine bakarak bu görüngülerin nasıl şekillendiğini aktarmaya çalışacağım.
Lacan, Freud’un klinik çalışmalarını sistematize ederken üç yapının her biri için bir merkezi mekanizma göstererek sistematikleştirdi ve radikalleştirdi. Lacan tarafından yaratılan semboller, Gerçekte ağırlığa sahiptir; fenomenlerin kaydedildiği ve sıralandığı bir yapıyı belirtmektedir. Üç yapı için bir merkezi mekanizma belirlenir: nevrozda genellikle “bastırma” olarak tercüme edilen Verdrangung’dur; psikozda, Lacan’ın ünlü “men etme” düşüncesi Verwerfung’dur; sapkınlıkta ise genellikle İngilizce’de “inkar” ve Fransızca’da Desaueu olarak tercüme edilen Verleugnung’dur. Sonunda da Lacan, Verleugnung için İngilizce’ye “inkar” olarak çevrilen Fransızca dementi terimini tercih etmiştir (Miller, 1996).
Verleugnung’un Freud’un çalışmalarında uzun bir geçmişi var. Bu geçmiş özellikle “Fetişizm” başlıklı kısa makalesinde ve Kurt Adam vakasında bulunmaktadır. Bu ifade edilenler, Freud’un çalışmasında sabittir ve o, üç mekanizmayı net bir şekilde ayırt etmeye çalışır, ancak yine de çalışmalarında bunlar örtüşür. İnsanlar her zaman Lacan’ın düşüncelerini Freud’un çalışmasına entegre ettiğini ya da Freud’un düşüncesinin mantığını netleştirdiğini sezebilir. J-A.Miller (1996) bu üç yapıyı şöyle özetlemektedir:
Lacan’ın analitik öğretisinin büyük bir kısmı, üç farklı olumsuzlama modunun inşasına adanmıştır. Lacan bunları şöyle sunar: Psikozda Verwerfung, Babanın Göstereninin olumsuzlanmasıdır, sapkınlıktaki Verleugnung, fallus göstereninin belirli bir olumsuzlama biçimidir ve nevrozdaki Verdrangung, öznenin kendisinin çok daha geniş bir olumsuzlamasıdır. Bu mekanizmaların her biri kendi içinde tam bir ders vermeyi garanti eder
Lacan’ın Psikoz teorisinin temelinde Baba-nın-Adını men etme vardır. Öznenin sembolik bir düzende uygun bir yere yerleştirilebilmesi için fallik bir anlam ifade etmesi gerekir. Öteki’deki temel unsur, ‘’Baba-nın-Adı’’dır. Psikozda imgesel ilişkinin baskınlığı vardır, ancak sembolik ilişkideki bir kusurdan kaynaklanır ve bu kusur, Baba-nın-Adıyla ilgili bir zorluk veya fallik anlamla ilgili bir zorluktur. Seminer III’te Lacan, psikozun Ötekinin ötekine indirgenmesini içerdiğini söyler, bu da burada ifade edilenleri söylemenin bir başka yoludur: sembolik olanın imgesel olana çöküşü. Lacan’ın psikotik öznenin birisinin ona mesajlar gönderdiğinden nasıl emin olabileceğini açıklamasının ilk yolu budur. Bu gerçek psikotik meseleyi tam anlamıyla çözmez. Şöyle sorabiliriz: Sembolik oluşturulmadığında gerçek nedir? Lacan bu soruyu Seminer I’de psikozda tüm sembolik düzenin gerçek olduğunu söyleyerek yanıtlar: sembolik boyut eksik olduğunda, tüm sembolik gerçek bir şey olarak deneyimlenir. Sembolik düzende var olan eksiklik, psikotik özneye gerçek görünebilir. (Miller, 1996).
Yapıların bu temel ve özet ayrımından sonra Aneroksiya’yı hangi yapılarla ve bu yapılarda neye göre ilişkilendireceğimizi tartışacağız. Anoreksiya 60’ların ikinci yarısına kadar klinik içinde yoğun olarak kendini göstermedi. Bu kendini göstermemek hiçbir zaman var olmadığını anlamına gelmemelidir. Yeme reddi, aşırı zayıflık gibi semptomlar gösteren hastaların tanımlamaları Ortaçağ’a dek uzanmakla birlikte, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren tıbbi bir sorun olarak ele alındığı dikkati çekmektedir. 1873’te William W. Gull tarafından tanımlanmıştı, sözcük anlamı ‘’sinirsel iştahsızlık’’ olan bu terim, bugünkü bakışımızla aynı anlamı karşılamamaktadır (Yücel, 2009). Esas mesele toplumsal bir sorun olarak ne zaman görüldü ve günümüz pandemisi gibi klinik için ne zaman mesele olduğuyla alakalıdır. 65’te, Göttingen’deki Uluslararası Anoreksiya Sempozyumu, psikiyatri topluluğu için Anoreksiya Nervoza’nın temel olarak, hasta tarafından yiyeceklerin reddedilmesiyle beraber organların, beden parçalarının ve beden fonksiyonlarının önemli derecede etkileyen bir akıl hastalığı olarak görülmesi gerektiğini doğruladı. Anoreksiya Nervoza’nın çalışma ve psikodinamik tedavisinin iki ana öncüsü olan Amerikalı Hilde Bruch ve İtalyan Mara Selvini Palazzoli, bu epistemolojik hareketin Anoreksiya’ya psikogenetik bir yaklaşıma yönelik yaptırımında önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenle, ‘’Anoreksiya’’ terimi daha sonra yetersiz beslenme durumuyla karıştırılmasını önlemek için ‘’nervosa’’ (zihinsel) sıfatıyla birleştirildi (Cozensa,2018).
70’lerin ortalarında, hem Amerika Birleşik Devletleri’nde hem de diğer ülkelerde kapitalist gelişimin ileri bir aşamasında, Anoreksiya Nervoza’nın geç kapitalizmin zengin toplumlarından birçok genç için seçmeli bir sendrom haline geldiği ortaya çıktı. Yazıma ilham olan ve bu konuyla ciddi şekilde ilgilenen Lacancı psikanalist Domenico Cozensa’nın teorisi ise bu dönem itibariyle başlıyor. Geç kapitalizm ile beraber anoreksiya toplumsal semptomun bir ifadesi biçiminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Eski dönemlerdeki gibi artık tek tek kayıt altına alınan bir görüngü olmaktan, doktorların kendi klinliğinde ‘’nadir’’ görünen vakalar kısmından çıkmıştır. Genç nesil arasında yaygınlaşmaya başlamış ve belirli sınıf ailenin çocukları arasında görülmeye başlamıştır. DSM kitabına girdikten sonra ise epidemik çalışmalar arasında batı toplumlarında görünen bir patoloji olarak yorumlanmaya çalışmıştır. Hatta etnik mesele olarak nedensellik kazandırmaya çalışanlar da olmuştur. Lakin Anoreksiya ‘’semptom’’ salgınının elbette kapitalist söylemin oluşumuyla bir ilgisi vardır. Anoreksiya sadece batı toplumlarında değil, Amerika, Avrupa ve Japonya’ya kadar uzanan bir hatta görülür. Bu durum bu patolojinin sadece belirli bir kültüre ya da etnik gruba özgü olmadığı gerçeğini bize gösterir. Yani her dönemde ortaya çıkan yeni semptom dizisi bize eski yapıları olumsuzlayan yeni bir yapı türünü değil, tam da bu yapıların semptolojik görüngülerinin baskın söylem karşısında nasıl şekil aldığıyla ilgili olduğunu gösterir. Şöyle der Cozensa (2018):
Başka bir deyişle, benim okumamda, Anoreksiya salgını, sözde yeni semptomlar gibi, baskın söylemi, jouissance’ın sosyal bir zirveye yükselmesini ve Semblant’ın saf işlevine indirgenen simgesel normatif işlevinde bir düşüşü içeren toplumlarda ortaya çıkar. Bu yorum Miller tarafından Lacan’ın Radiophonie’sinden başlayarak “hipermodern söylem” kavramından alınmıştır.
Jacques Lacan’ın 70’lerde bize verdiği değerli teorik verilerden sonra, psikiyatri tarafından şu anda sınıflandırılmaya çalışılan veya kötü sınıflandırılmış olan birçok vaka, rafine edilmeye devam eden bu kliniğe giriyor. Bu tartışacağımız ve ortaya koyacağımız ‘’kapitalizmin’’ semptom kliniği, 1950’lerde Lacan’ın kurduğu yapısal nevroz-psikoz teorisiyle hiçbir şekilde çelişmez. Aksine, psikoz ve nevroz semptomlarının yanına tüm kategorilerde sınıflandırılan semptomların bir özne kategorisine konumlanmasına izin verir.
Peki iyi bildiğimiz psikoz, geçmişten bugüne hala sanrılı ve / veya halüsinasyonlu paranoya ve dissosiyasyon şizofreni mi? Hala psikanalizde anlatılan histerik yapıdan bahsedebilir miyiz? Bu yapıların teorisine ek olarak günümüzde başka bir yapı yaratmamız gerekmez mi? Bu özneler psikanaliz ile düşündüğümüz yapılar açısından çok mu farklı? Lacan’ın öğretisinin sonunda tanımladığı gibi, yapılar açısından konuşursak, kesinlikle hayır. Nedir bu yapılar? Tabii ki ‘’R. S. I.’’ düğümlerinin yapısı.
Konumuza dönecek olursak aynı zamanda, bahsettiğimiz bu salgına benzer Anoreksik semptomun bu kıtalara yayılması ekonomik küreselleşmenin ve kitle iletişimine uygulanan yeni teknolojilerin geliştirilmesinin etkileridir. Bu durum, Anoreksiya ve Bulimia’nın sosyal sınıfların katı engellerinin ve gelişmiş kapitalist ülkelerin sınırlarının ötesine yayılmasını neden olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerde, özellikle büyük şehirlerde bile, bu fenomen epidemiyolojik bir tutarlılık kazanmıştır.
70’lerden, 80’ler ve 90’lara geçerken bu Anoreksik görüngüye Bulumia ve Tıkanırcasına Yeme Bozukluğu’nun gelişimi ve bu semptomolojik diziye eklenmesi takip eder. Bu dizinin şekillenmesi DSM’nin üçüncü baskısında ayrı bir koşul olarak tanıtılan Bulimia’daki yükseliş ile karakterize edildi. Zamanla, saf Anoreksiya formları, gelişimini Bulimia aşamalarını içeren Anoreksiya formlarına dönüştürerek belirli bir aşama kat etti.
Günümüze yaklaşırken, bu dönem için şunu diyebiliriz; Anoreksiya-Bulimia dönemi. Burada yiyeceklerin reddedilmesi, yemek atakları ile değişir ve ardından insan bedeninde yutulanları tahliye etmek için sürekli, kompulsif bir uygulama izler. Temizleme yöntemleri değişebilir: örneğin kusma, müshil kullanımı veya çılgınca yapılan spor egzersizleri. Anoreksik bir ideal tarafından yönlendirilen Bulimia’da önemli olan, yutulan maddeler ile tahliye edilen maddeler arasındaki nihai sonucun en az sıfır olmasıdır. Bu, alınan herhangi bir gıda maddesi temizlendikten sonra ölçekler üzerinde verilen ölçüme dayanarak, öznenin ağırlığı ile doğrulanabilir. Bu formlarda, Anoreksiya’daki hiper kontrol, yıkıcı bir salınımda Bulimik fazlalık ile bir arada bulunur ve değişir (Cozensa,2014).
Anoreksiya veya Bulimia geliştiren kadınlar ve erkekler arasındaki oranın istikrarı göz önüne alındığında -Genel olarak yeme bozuklukları %90-95 oranında kadınlarda görülür. Anoreksiya nevroza ergenlik döneminde ve genç kızlarda görülür (Yücel,2009) – önceki dönemlere göre daha erken ataklara ve yetişkinlikte kriz anlarıyla sık sık nükslere tanık oluyoruz. Bu bağlamda, Tıkınırcasına Yeme ve Obezite ile sunulan resim, Anoreksiya ve Bulimia ile karşılaştırıldığında önemli ölçüde farklıdır: bunlar belirgin bir şekilde kadın sendromları değildir ve çoğunlukla ergenlik döneminde tedavi edilmez, ancak daha sonra yetişkinlikte, hastanın hayatında zaten iyi kurulmuş bir semptom olarak tedavi edilir.
Bu bölümle ilgili bu tabloya ek olarak; Obezite’nin etiyolojisi sorusu tamamen çözülmemiş durumda ve bu konudaki psikiyatri alanındaki tartışmalar hala devam etmektedir. Organik faktörlerin belirlenmesi için hala uğraşılırken, psişik nedensellik sorununun henüz dile getirilemedi. Şöyle der Cozensa:
OMS aynı zamanda Obezite’yi 21. yüzyılın ‘yeni salgını’ olarak tanımladı. Marjinal bir konudan uzak, kesinlikle simgesel bir sendrom, zamanımızın paradigması.
Şimdi bu gösterdiğimiz tabloya bakıldığında, hipermodern sosyal söylemin Oidipal olarak organize edilmeyen ve sınırın sembolik işlevi tarafından yönetilmeyen semptomların ‘yeme bozukluğu’ salgınının yayılmasını desteklediğine şüphe yoktur.
Buraya kadar anlatılanlar bağlamında Cozensa’nın tezinin ve bunu yorumlayışımızın bağlamında üç durum karşımıza çıkıyor; Dilin işleyişinde holofrastik bir boyut, Ayna evresinde mevcut olan eşlenik için bir aşk ve Gerçek olarak geri dönen sınırsız bir jouissance.
Bu yazımda DSM’e yönelik bir eleştiri yapmayacağım. DSM için eleştirel bir görüşü karşılaştırılmalı bir şekilde yapmayı tercih ediyorum. Lakin bu yazı içerisinde hiç atıf yapılmayacağı anlamına gelmez. Bu yüzden doğrudan psikanalitik boyutta Anoreksiya konusuna giriş yapacağım.
Anoreksik semptom görüngüleriyle ilgili başlangıç yaparsak, bu semptomun özne için hangi işlevi var? Jouissance yapısı içinde onlar için hangi amaca hizmet eder? Bu semptom, özne için Öteki ile ilişkilerinde hangi sorunlara yanıt veriyor? DSM’nin sınıflandırıcı tanımlayıcı yaklaşımı, bu sorulara programatik bir cevap sunar ve bozuklukta yer alan öznel boyutu bir tarafa koyar. Bununla birlikte, bu hastalarla yapılan klinik çalışmalarda, semptomda yer alan öznel ima düzeyi ile ilgilenmeden değişimin kalıcı etkilerini elde etmek zordur. Tanımlayıcı sınıf açısından özdeş görünseler bile, bireysel özneler aynı yollardan veya aynı nedenlerden dolayı yeme bozuklukları geliştirmedikleri için bu seviyeyi ele almak önemlidir (Cozensa, 2014).
Şimdi analitik boyut çerçevesinde aynıdan farklılığa doğru ilerleyeceğiz. Genel olarak psikanalitik içerisinde Anoreksiya denilince akla ilk gelen beden meselesi ilgili söylenenlere bakmak gerekir. Lacancıların bir kısmı Anoreksiya’yı ayna evresi üzerinden çalıştılar. Daha doğrusu, bu yapısal kavşaktan öznenin geçişine has bir başarısızlık olarak yorumlamaya çalıştılar. Bazıları kökenini maternal Öteki’nin anoreksik öznenin bedenine ilişkin olarak aynadaki yargılayıcı tutumuna kadar takip etti. Lacan bize “beden dismorfik bozukluğunun” klinik fenomeni hakkında kolaylıkla bir şeyler söylemeye ve çalışmayı sağlayabilen ayna evresi teorisini verdi – Anoreksiya nervozada tipik olan bedenin çarpık bir şekilde algılanmasıdır. Örneğin, anoreksik özne, Ötekinin yüz buruşturmasından bahsederken, aynadaki bedenin devalüasyonunun bir işareti olarak yorumladığını belirtir. Diğer yorumcular, anoreksik öznenin ayna ile karşı karşıya kaldığı andaki zulüm boyutunu vurgulamışlardır (Cozensa, 2018). Anoreksik öznenin kendi beden imgesi ile ilgili probleminin kaynağı olarak, aynadaki Ötekinin bakışlarının, gerçeğin geri dönüşü olarak konuşan Nieves Soria için durum budur. Öteki’nin bakışları, Soria’nın anamorfozda bir beden olarak Anoreksiya tanımı olan öznenin beden imgesi ile ilgili olarak temel bir aşağılama algısı sunar (Soria,2000). Bunlar bir nedenin sonucu mu? Yoksa bir sonuca neden olan ‘’neden’’ler mi? Bana göre bu fenomenin karmaşıklığı burada biraz ihtiyatlılık gerektirir. Bu söylenenlerle ilgili meseleyi derinleştirmek için ayna evresi, L şeması ve ego fonksiyonu ile ilgili meseleye bakmamız kaçınılmazdır.
Burada L şemasını tamamen anlatmayacağım. Yine de konudan çok sapmayacak şekilde bu metinde sunacağım.

Şemada yer alan İmgesel düzlem, özne üzerinde ayna imgesinin adeta hipnoz edici etkisinde temellenen, büyüleyici bir gücü temsil eder. Bu yüzden imgesel, öznenin kendi bedeniyle ilişkisinde kök salar – ya da daha ziyade bedeninin imgesinde. Özneyi bir dizi sabit saplantıya mahkum eder (Evans, 2019). Şöyle der Lacan (1951):
Ayna evresi, ikili anlam yüklendiğim bir fenomendir. İlk olarak, çocuğun zihinsel gelişiminde tayin edici bir dönüm noktası olması bakımından tarihsel değeri vardır. İkinci olaraksa beden imgesiyle kurulan zorunlu bir libidinal ilişkinin tipik bir örneğidir.
Buradan Freud’un en baştan beri farkında olduğu ve Narsisizm Üzerine Bir Giriş metninde vurguladığı durum sezilebilir; ego halihazırda insan yavrusunun doğasında olan, verili ve doğuştan mevcut olan bir şey değildir. Şöyle der (Freud,1914):
Ben gibi bütünlüğün bireyde başlangıcından itibaren bulunamayacağını varsaymamız gerektiğine işaret edebilirim; ben gelişmek zorundadır.
Hem gelişen hem de yapılanan bir şeydir. Ego, aynadaki imgeyle özdeşleşme yoluyla kurulur. İnsan yavrusu ilk kez ayna evresinde ayna imgesiyle özdeşleşerek Ego’sunu inşa etmeye başlar.
Ego yanlış anlamanın bir ürünüdür ve öznenin kendine yabancılaşmasını işaretler. Ayna evresi öznenin imgesel düzene girişini temsil eder. Bununla birlikte ayna evresinin önemli bir simgesel boyutu da vardır. Seminer II’de durumu şöyle ifade eder Lacan(1953):
“İnsanlardaki imgesel düzen simgesel tarafından yapılandırılmıştır ve bu ‘insanın (doğasıyla) imgesel ilişkisinin sapmış’ olduğunu anlamına gelmektedir”
Simgesel düzen büyük Öteki’nde temsil edilir. İmgesini kendi imgesi olarak sevinçle benimsediği andan itibaren özne kafasını büyük Öteki’yi temsil eden bu yetişkine çevirir, sanki bu imgeyi onaylatmak için onu çağırmış gibidir (Evans, 2019). Bu durum için illa bir aynaya ihtiyaç yoktur. Bebek, bir objenin yüzeyinden, başka bir yetişkinin veya çocuğun yansıtıcı hareketlerinden kendi davranışlarının yansımasını görür. Ego imgesel eşlenikle ya da ayna imgesiyle özdeşleşerek kurulduğundan özdeşleşme imgesel düzenin önemli bir özelliğidir. Ego ile imgesel eşlenik arasındaki bu ikili ilişki, temelinde narsistik bir ilişkidir.
Bu narsistik ilişki meselesi özellikle Ego’nun güçlendirilmesinin ya da egonun uyumsuzluğunun vurgulandığı durumlarla karşıt durur. Zira Ego teorisine baktığımız vakit Anoreksiya’da güçsüz bir ego fonksiyonu değil tam tersi gayet güçlü bir ego fonksiyonu görülür. Anoreksik özne semptomuyla gayet uyumlu bir ilişki içindedir; semptomlarına büyük bir bağımlılık gösterirler. Dışarıdan gelen uyarılara, telkinlere ve ölüm uyarılarına rağmen halen bedeninde bir bozukluk olmadığıyla ilgili düşünceleri mevcuttur ve bazen sert bir biçimde karşı koyarlar. Burada nevrotiğin şikayet ettikleri semptomun uyumsuz jouissance’ından farklılaşırlar.
Bazı teoriler egonun güçlenmesi tezini savunur. Ego’nun gücünü arttırmak yabancılaştırmanın gücünü arttırmaktır. Egonun aynı zamanda psikanalitik tedaviye direnci de olacaktır. Ego, simgeselin bir ürünü olan özneden farklı olarak imgesel bir oluşumdur (E,128). Aslına bakılırsa ego tam olarak simgesel düzenin direnç yatağıdır. Simgesel ise, öznenin, S’nin durumunun, Öteki’nde, A’da ortaya çıkan şeye bağlı olduğunu gösterir. Orada ortaya çıkan şey bir söylem gibi ifade edilir (bilinçdışı Ötekinin söylemidir)… Bu, “bilinçdışı ötekinin söylemidir” ve “bilinçdışı bir dil gibi yapılandırılmıştır” formüllerini birleştirir, ancak yine de, söylem analizi ve dilsel analizin aynı şey olmadığını veya daha özel olarak söylemsel düzeyde analizin, anlamın dilsel analizinin elde edemeyeceği anlamın araştırılmasını gerektirdiğini belirtmeliyiz. Bu bir yana, öznenin bu söylemdeki ilgisi, “şemanın dört üyesine çizilmiş” olmasında yatmaktadır: yani S, onun tarif edilemez ve aptal varlığı; a, nesneleri; a’, onun egosu, yani onun nesnelerine yansıyan şekli; ve A, onun varlığı sorusunun onun için ortaya çıkabileceği yer.(Lacan 2006: 459).Soler (1996) ise bu söylenenlere ek şöyle der:
Evet, elbette, hakikat sadece bu (simgesel) eksende yer almalıdır. Lacan, öznel hakikatin sadece konuşmada var olduğunu ve hakikatin ortaya çıkmasının Ötekinin müdahalesini gerektirdiğini açıkladığında,- Ötekinin varlığı hakikatin efendisi, radikal bir tez- bir sorunumuz var. Özneyle ilgili olarak, yorumlamanın merhametinde olmayan, yani Freud’un bilinçdışı arzu olarak keşfettiği bir şey var: ısrar eden ve her zaman mevcut olan bir şey. Semptom sadece konuşma başarısızlığı değildir. Bu sabit bir şey, hayatı imkansız kılan bir şey. Bu iki tezi bir araya getirmemiz gerektiği açıktır: bu semptomun özne alanındaki ısrarı ve Lacan’ın ifadesi, konuşmanın yapısındaki hakikatin Ötekine bağlı olduğunu gösterdi. Sorunu çözebiliriz: Özne alanında semptomun sürekliliğine ve ona eşlik eden ıstıraba sahibiz.
Özellikle Lacan’ın belirttiği semptomun bir dil gibi yapılandığı kısım önemli. Freudyen semptomlar, nevrotik semptomlarla uyumlu olarak, bilinçdışının semptomlarıdır. Bu semptomlar, konuşmacının bilinçli niyetinin ötesinde, söylenenlerin satırları arasından ortaya çıkan bir anlam olan bir mesajı iletir. Bu semptomların konuşmacı için bir anlamı vardır; bazı bilinçdışı, esrarengiz anlamlar aktarırlar. Zira Cozensa’nın önerdiği tez tam da bunun üzerinden hareket etmektedir. J-A. Miller’a atıfla önerdiği bu tez tam da yukarıda takip ettiğimiz zaman dilimlerinde olan gelişimi dikkate almakta ve klinik görüngüleri bu şekilde değerlendirmektedir. 21. Yüzyılın psikanalizinde hakikatin merkeziyetçi konumundan ziyade jouissance merkezli bir konum söz konusudur. Viktorya dönemi merkezli söylem ile geç kapitalizm merkezli bir söylem arasında oluşan farklılık tam da psikanalizin çalışma alanında bir kaymaya eşlik etmektedir. Hakikatten jouissance’a bu yer değiştirme, parlêtre çağında analitik pratiğin ne hale geldiğinin ölçüsünü belirler.
Miller için bu değişim, Lacan’daki bir yer değişminin sonucudur ve 1970’lerin ortalarından itibaren kuramı Freud’dan öteye taşıma girişimine damgasını vurmuştur. Şöyle diyor Domenico(2014):
Bu, bilinçdışının psikanalizinin ‘’Joyce the Symptom’’ metninde ve Seminar XXIII, ‘’The Sinthome’’da bulunabilen, Freudyen bilinçdışı kavramına ve onun ilk öznesine dayanan bir yer değiştirme içeriyordu. Parlêtre’nin psikanalizi ile, Lacan tarafından icat edilen ve öğretiminin tam da bu geç evresinde ortaya atılan bir kavramdır. Bu andan itibaren, Lacan Freud’un elini bıraktığında ve Joyce’un elini tuttuğunda – Miller’ın ‘’Pièces Detaches’’te açıkladığı gibi (Miller, 2005a, s. 148) – analitik deneyiminde gerçeğin rolünü göz önünde bulundurmak için – bir neolojizm “parlêtre”, konuşan varlığın statüsünü kurmanın bir yolu olarak icat edildi.
Burada konuşulanları daha da açmak için yine Miller’in (2015) söylediklerine kulak vermemiz gerekiyor:
Bu metafor – Lacancı parlêtre’nin Freudcu bilinçdışının yerine geçmesi – bir sintilasyonu düzeltiyor. Onu yirmi birinci yüzyılda psikanalizde neyin değiştiğinin bir göstergesi olarak almamızı öneriyorum, başka bir sembolik düzeni ve üzerine kurulduklarının yanı sıra başka bir gerçeği de hesaba katması gerekiyor.
Bu pasaj, klinik perspektiften bakıldığında, semptom kavramına olan etkilerini ve bilinçdışının bir kliniğinden parlêtre’ye doğru harekette nasıl değiştiğini düşünürsek daha net hale gelir. Lacan, yine Seminer XXIII aracılığıyla, Seminerinin başlığı olacak bir semptom kavramını sunar: Sinthome. Bilinçdışının merkeziyetçiliğine dayanan, bir dil olarak yapılandırılmış bir psikanalizden, Parlêtre’nin merkeziyetçiliğine dayanan bir psikanalize, anlamın bir etkisi, metafor olarak semptom kavramından, anlamdışı jouissance’ın yoğunlaşması olarak sinthome kavramına bir hareket anlamına gelir. Bu, bedende merkezlenen ve kendisini “bedenin bir olayı” olarak sunan bir jouissance yoğunlaşmasıdır. Bir dil olarak yapılandırılmış bilinçdışının oluşumu olarak semptom bir metafor, bir gösterenin diğerinin yerine geçmesiyle oluşan bir anlam etkisidir. Öte yandan, parlêtre’nin sinthomu bir “bedenin olayı”, bir jouissance’ın ortaya çıkışıdır.
Geç kapitalizm çağında kendini klinikte sunan semptomlar, bilinçdışından kopuk-muş gibi sunan semptomlar olarak sunuyorlar. Bir soru içermez, bir hakikat arayışına sahne olmazlar. Lacan tarafından Joyce ile ilgili olarak kullanılan ifadeyi kullanmak için, çoğunlukla bilinçdışının aboneliğinden çıkmış olan öznelerle uğraşıyoruz (Lacan,1976). Bu semptomlar, onlardan etkilenen özne için herhangi bir anlam ifade etmez. Bilinçdışı bir mesaj taşımazlar. Metaforlara dayanan bir ilke temelinde, başka bir yere atıfta bulunmakla kalmayıp, bir dizi düzenli olarak tekrarlanan çalışmanın uygulanmasına bağlı olarak jouissance yoğunlaşmaları olarak öznenin yaşamında kendilerini kurarlar (Cozensa, 2018).
Özne semptomunun sonuçlarına direnmiyor. Bunun yerine, semptomla ego-sintonik bir ilişkide, onu bir hastalık olarak değil, bir yaşam tarzı olarak deneyimliyor; sorun olarak değil, çözüm olarak. Bu noktada Freud açıkça ego ile libido arasında kurucu bir ilişki kurmuştu; bu, egoyu yalnızca imgesel özdeşleşmelerle değil, aynı zamanda bu özdeşleşmelerle özdeşleşmiş olan jouissance’ı birleştiren bir ilişki haline getirdiği için bir tedavi sırasında öznenin değişmesini zorlaştırıyor. Bunun her tedavi şekli için etkileri açıktır. Ötekinden gelen herhangi bir şeyi almanın anoreksik reddi, terapötik ittifak için büyük bir engel teşkil eder ve her tedavi, eşlik eden reddi ile birlikte orijinal ilişkiyi tekrarlama riskini taşır. Burada da ayna görüntüsü, terapistten her şeyi alan ve derin bir hazımsızlık ile tedaviyi sonlandıran “terapötik bulimik” hastada da bulunabilir.
Anoreksik hastalar semptomlarına olağanüstü bir bağlanma gösterirler. Bu nedenle, durumlarını iyileştirme, aşırı zayıflıklarına karşı koyma ve kendilerini yemek yemek için yapılan teşvik etme çabalarına şiddetle karşı çıkıyorlar. Daha radikal olarak, durumlarını patolojik olarak tanımıyorlar ve bu nedenle tedaviye gerek görmüyorlar. Semptomlarına dair bir soruları yok gibidir.Tam da yukarıda Lacan’ın Joyce ile ilgili kullandığı ifade bu özneler için geçerli gibidir; “bilinçdışının aboneliğinden çıkmış” olan özneler. Bu semptomlar, onlardan etkilenen özne için herhangi bir anlam ifade etmez. Bir soru mayiyeti taşımazlar. Bu yazıda birkaç yerde vurgulayacağımız gibi ego-sintonik durum anoreksik özne için görülen bir durumdur. Klasik semptom yorumuyla ilgili Bernard Nominé’e (2013) atıf yaparak şöyle diyebiliz:
Semptom, psikanalistlerin anladığı gibi, ekonomik bir konumdur. (…) Hastaların düşkün olduğu bazı semptomlar vardır. Bu kronik olarak kabul edilen birçok rahatsızlık için de geçerlidir ve hasta rahatlatılmaya hazır değildir. Acı çekmek, bir şeyden vazgeçmekten daha iyidir; bu tasarruf ilkesidir ve jouissance’ın tasarrufuyla bağlantı kurmak çok zor değildir’’ ve şöyle devam eder: ‘’Şu bir gerçek ki semptom jouissance’ın hizmetindedir ve bir şekilde arzunun tatmin edilmesine karşıttır.
Öznenin arzusunun tatmin edilmesini engelleyen semptomlarının anlamını anlamak, analizde nevrotik hastanın ihtiyacının özünde durmaktadır. Anoreksik semptomlar, aksine, bir muammanın değerinden yoksun bırakılır. Bunlar herhangi bir muammadan yoksun, bilinçdışından kopuk ve dolayısıyla anlamsız semptomlardır. Bu nedenle, zayıf taleple bağlantılı olarak aktarıma karşı bağışıklıdırlar. Tıbbi veya psikoterapötik tedaviye, analitik tedaviye daha da düşmanca davranırlar. Miller tarafından 1997’de Seminar L’autre qui n’existe pas et ses comités d’éthyque’de icat edilen formülü ele alırsak, bu tür semptomlar Öteki’nin önemli bir reddini somutlaştırır (Domenico,2018).
Reddetme burada, özellikle de Öteki’nden herhangi bir şey almayı reddetme merkezidir. Anoreksiya hastalarının şiddetli bir rekabet dürtüsü ile birlikte sıklıkla çok güçlü kontrol ihtiyaçları sergilemeleri tesadüf olamaz. Sosyokültürel biçimden temel farkı, anoreksiyada uygun ayrılma arzusunun, yabancılaşmanın reddi ile birlikte merkezi olmasıdır. Ayna görüntüsü daha sonra Bulimia’dır, burada asla alınan Ötekinin yeterli olamayacağı yerdir. Her ikisinde de, olumsuz ya da olumlu olsun, Ötekine kalıcı bir bağımlılık vardır. İkisi arasında sıklıkla gözlemlenen değişim, yabancılaşma ve ayrılma arasındaki sürekli bir yalpalamaya iner. Böyle bir yalpalama kendi başına o kadar da benzersiz değildir; ancak özel karakteri, bu bocalamanın meydana geldiği yaşla birlikte gerçek düzeyinde bulunur. Karşılaştığı şey görüntünün ötesine geçiyor. Öteki’nin yargılayıcı bakışıyla karşılaşır: aynadaki yargılayıcı bakışta, Öteki’nin reddi ile yüz yüze gelir. Bu ret, kastrasyonla bölünmemiş, her şeye gücü yeten bir annenin yargılayıcı bakışının doğasında var olan yargıya indirgenemez. Bu, anoreksik özne ile kendi bakışları arasındaki bir karşılaşma olarak Öteki’nin reddidir ve bu, ilksel Öteki’ninkinden bu şekilde ayrı değildir. Bu nedenle, görüntünün referans eksenini anoreksiyanın semptomatik bir sorusu olarak takip ederek, narsisistik kaplamanın ötesinde, onu destekleyen libidinal çekirdeği, özne tarafından kaybolmayan bir nesne olarak bakışa bağlı olarak kavrayabiliriz, ancak anoreksik özne aynanın önünde her seferinde gerçeğe geri döner (Cozensa, 2018). Bunun Anoreksiya Nervoza’da kaybolmayan bir nesne olduğu olgusu, bakışın, hastanın deneyiminde, itirazsız bir yargı olarak, Süperego’nun saf bir enkarnasyonu olarak kendini gösterdiği olgusuyla gösterilmiştir. Her zaman, bedende ortadan kaldırılması gereken fazla bir şey var. Özünde, Anoreksiya’daki bu hareketin amacı, bedenden gelen arzuyu söndürmek, yıkıcı, Unheimlich elementini beden imgesinden yok etmek, kökünden öldürmektir. Anoreksiya, organizma üzerinde kontrol uygulayarak bedendeki dişil Şey’i yönetme çabasıdır.
Tüm bunlar haricinde Anoreksiya’da semptomu bir ölüm meselesi haline gelene kadar tam olarak uyumsuz olan bir şey yoktur. Ayrıca Anoreksiya için analitik klinikte bahsedilen ‘’reddetme’’ ile ilgili elimizde bir durum daha oluştu. Anoreksiya semptomunun anlamını da reddeder. Semptom ile jouissance arasındaki meseleye dönersek, bu anlamda, egonun hazları konusu, egonun jouissance ile olan ilişkisi ve libidonun yoğunlaşmasının bir yeri olarak egonun işlevi hakkında düşünmemize neden olur. Bildiğimiz gibi Freud, öznenin sahip olduğu imgeye bağlı ego ve jouissance arasındaki ilişkiyi düşünmemizi sağlamak için narsisizm kavramını ortaya koyuyor. Freud iki narsisizm biçimi arasında ayrım yapar. Birincisi, egonun erken çocukluk döneminde kurulduğu, çocuğun ebeveynlerinin her şeye gücü yeten ideallerinden başlayarak, tamamen bağlı olduğu birincil bir narsisizmdir. Daha sonra, çocuğun ilerlemesinin Oidipal aşaması boyunca ürettiği ikincil narsisizm vardır; bu, öznenin kendi imgesiyle ile ilgili olarak jouissance’ına sembolik bir sınır getiriyor (Cozensa, 2018).
Lacan’ın klasik kliniğinde, nevrotik, Oidipal yasasını birleştirebilen ve arzusunu yönlendirmek için bir pusula görevi gören Ego ideali oluşturan bir özne olarak ortaya çıkar. Bununla birlikte, bu ilerleme yapılandırılmadığında, özne, kendi yaşamının temel narsistik ilişkilerinde hapsolmuş olan birincil narsisizm için av olarak kalır.
Kabaca söylemek gerekirse ben libidosu ile nesne libidosu arasında da bir karşıtlık görürüz. Biri kullanıldığı ölçüde diğerinin düzeyi düşer. Nesne libidosunun ulaşabileceği en yüksek gelişim evresi âşık olma durumunda, yani öznenin bir nesne yatırımı uğruna kendi kişiliğinden vazgeçmiş göründüğü zaman karşımıza çıkar. (Freud, 1914)
Aynadaki ötekine, ben olarak aslında gördüğü ötekine büyük bir libidinal yatırım yapar. Kendisi bu ilişkiden nasıl zarar görürse görsün ötekinin yani aynadaki benin bir yatırım limiti yoktur. Özne buradan narsistik bir jouissance alır. Bu ince bedenin ideali, sınırı olmayan bir referans noktasıdır. Bu yatırımın duracağı herhangi nokta, bir çapa noktası yoktur. Bu yüzden kendi bedeni ile bu imgeye yaptığı feragatin jouissance’ı sınırsızlıktır:
Anoreksikler, dürtüyü takip etmeyi reddederek bedenlerine hükmetmeye ne kadar çok çabalarsa, daha çok feragat jouissance’ının kölesi olurlar. Özne için, reddetmenin bu jouissance’ı kontrol edilemez ve onları kendilerini öldürmelerine yol açabilir. Anoreksiya Nervoza’da, aslında, özne, onu organize eden keyfe bir sınır koyabilen ve Ötekinin alanına sıkıca bağlayabilen bedenin fallik bir demirlemeden yoksundur. Bu nedenle, bedenin sembolik olarak fallik yasa etrafında organize edildiği arzunun bir nedeni olarak inceldiği histerik anoreksiya ile bedenin, fallik çapası olmadan, sınırsız bir jouissance ve bir korku kaynağının pençesinde fallik organizeden mahrum edilmiş olan anoreksiya nervoza arasında çok dikkatli bir şekilde ayrım yapmalıyız.(Domenico,2014)
Bu ayrım nasıl olmalı? Neye dikkat edilmeli? Yukarıda bahsettiğimiz gibi ayrı bir yapının farklılığına mı işaret etmeli?Tekrar vurgulamak gerekirse, nevrotiğin, psikotiğin ve sapkının gösterdiği Anoreksik görüngü aynı olsa bile bu üç yapının bu semptomla ilişkilenmesi farklıdır. Bu ayrım, burada duyulduğu gibi keskinlik üzerine duyulmamalıdır. Bu cümleye örnek olarak Freud’un bir zamanlara damga vuran, psikiyatriyi sarsan psikozu ve obsesyoneli birbirine yakınlaştırmasını hatta yer yer örtüştürmesini düşünebilirsiniz. Nevroz, psikoz ve sapkın yapıları nerelerde birbirinden ayrılıyor, ne kadar birbiriyle örtüşüyor ise anoreksiya nevrozayı yapılara göre ele alırken öyle ele alınmalıdır. Kısacası birbirine yakın ve bir o kadar uzaktırlar. Psikoz için var olan bir ‘’kesinlik’’ ile histerik için bir sorusunun mevcut bulunduğu durumlar birbirinden farklılık gösterir. Ayrıca bu hiçlik ve reddetme meselesinin partnerine haz vermek için Öteki’nin arzusu nesnesi konumunu üstleniyorsa bu sefer yapının ekonomisi sapkın özne tarafına işlemiş olur. Kısaca Anoreksiğin semptom görüngüsünden ziyade bir soru içerip içermediği ile alakalı bir durumdur. Bu semptomun ne için organize olduğu önemlidir. Öteki’ndeki konumuna ve arzuya dair bir soru içeriyorsa bu nevrotik bir yapılanmaya işaret eder. Semptom özne ne işe yarıyor? Neyin uzlaşısı olarak çalışıyor? Bu şekilde bakıldığında, anoreksiya bize nevrotik öznedeki histerik yapının mükemmel bir resmini verir, Ötekinin bakışlarına olduğu gibi bağımlıdır. Ama aşağıda birazdan değineceğimiz boyutta psikotik bir tablo karşımıza çıkacaktır. Şimdilik nevrotik semptomu örneklemek için Bernard Nominé’nin Freud’a atıfla verdiği örnek çok yerindedir:
Freud’un Fliess’e yazdığı mektupların tam nüshasını okurken, 192 numaralı mektubun ilginç bir bölümüne takıldım. Freud semptom teorisini bir uzlaşma oluşumu gibi ileri sürer: ‘’Semptom amacı/anlamı, çelişkili bir çift isteğin yerine getirilmesidir.’’ Ve histerik kusmayı bir semptom olarak tanımlar. ‘’XY’nin neden histerik bir tutumla kustuğunu biliyor musunuz? Çünkü fantazmında hamile olduğunu düşünmektedir… Son sevgilisinden bir çocuk doğurmadan hiçbir şeyi yapamayacağı fantazmı gibi. Bir fantazm olarak son sevgilisi olmaksızın çocuk doğuramaz. Ama açlıktan da kusabilir, çünkü bir deri bir kemik kalınca, güzelliğini kaybedecek ve artık onu kimse beğenmeyecektir.
Anoreksiya’ya semptom açısından yüzümüzü dönerken hiç ve reddetmeye baktığımızda, Lacan’ın anoreksiya okumalarını onun öğretisinde iki açık ayağına dayandığını söyleyebiliriz. Hiçlik, anoreksik jouissance’ın kalbindeki nesnedir ve kendisini, gösterenin eyleminden etkilenmeyen, kendi yolunda mutlak, kısmi olmayan bir nesne olarak sunar. Bu, bedende yerleşen, çıkarılmamış bir nesnedir ve bu nedenle, diğer nesneler gibi, arzunun bir nedeni olarak hareket edemez (Cozensa, 2014). Durağanlık ve arzunun karşıt nedeni olarak işlev görür. Anoreksik keyif, hiçliğin jouissance’ı olarak kendini göstermektedir. Böyle bir keyif, “hiç yemek” için anoreksik kararın temeli olan reddetme eylemiyle gerçekleştirilir. Reddetme sadece yiyeceklerin reddedilmesi değildir. Karnını hiçle doyurur, hiçlik onun kayıp nesnesidir. Pozitif yiyecek formları öznenin eksiğine seslenmekte başarısız olurken, hiçlik öznenin arzusuna hitap edecek arzunun kendini sürdürmesini sağlar (Mcgowan, 2013). Yukarıda bahsettiğimiz gibi burada reddetme tek boyutlu bir reddetme değildir. Anoreksik öznenin reddettiği şey öncelikle göstereni yemektir. Miller’ın formülünü belirttiği gibi temel reddetmeleri, Ötekinin reddedilmesidir. Öteki’nin masasında bulunan gösterenleri yemiyor, aç kalıyor. Hiçi yemek ve Ötekini reddetmek aynı işlevin iki tarafıdır.
Bu tanımda söz konusu olan imgenin belirleyici yapısıdır. Bu, lalangue’ın, konuşan varlığın (parlêtre) bedeni üzerindeki travmatik etkisinin, kayıt ve jouissance kaybının bir etkisi oluşturması koşuluyla, bu şekilde işlev görebilir. Bu kayıp etkisi gerçekleşmezse, imge özne için bir gösteren olarak işlev görmez, daha ziyade sabit, donmuş, holofrastik, Öteki’yle diyalektikten kopuk kalır. O zaman, ilerlemek istediğim hipotez, Anoreksiya Nervoza’da, beden imgesi ile ilgili dismorfofobinin, bedenin imajı seviyesinde okunabilen bir sorun olmadığı, yani beden imgesinin gerçekliğe uyup uymadığıdır. “İmge bedeni” düzeyinde görünmeyen ve imgenin konuşma ifade zincirinde özne için metaforik bir değer kazanmasına izin vermeyen bir “çıkmaz”ın etkisidir. Bedenin imgesi, bu anoreksik özne için söylemin dışında kalır. Carole Dewambrechies La Sagna’nın yapısal olarak (de structure) olmasa da, gıda ile olan ilişkilerinde olduğu gibi, söylem (veya discours) dışında, en azından gerçekte(Cozensa,2018).
Domenico’nun ifadelerinde geçen ‘’daha ziyade sabit, donmuş, holofrastik, Öteki’yle diyalektikten kopuk kalır’’ cümlesi histerik semptomları psikotik fenomenlerden ayırt etmek için kullanıyoruz. Psikotik fenomenler, özne tarafından deneyimlerinde en gerçek olan şey olarak algılanırlar; onlardan şüpheye açık olmayan tam bir kesinlik içerirler. Bu ayrım temeldir, ve bunu Freud’un psikanalizi icat ettiği günden beri yaptığı şekilde anlıyoruz; dinleyerek. Psikotik fenomenlerin mesajlarına ve onların ifadelerine odaklanarak bu tabloyu yaratabiliyoruz. Anoreksiyanın açıkça paranoyak bir öznede geliştiği bazı durumlar vardır, örneğin klasik zehirlenme sanrısı. Bu tür hastalar yemek yemeyi reddederler, çünkü yiyeceklerinin zehirlendiği veya kontamine olduğu kesinliği ile sanrı geliştirirler. Yiyeceklerin reddedilmesi, bu durumda, Ötekinden gelen istilacı, tehdit edici bir jouissance ile karakterize edilen zulüm savunmasıdır. Bu vakanın bir başka klasik versiyonu, dini bir yanılsamaya dayanan anoreksiyadır. Bu durumda yiyecek, öznelerin Tanrı’nın saflığına yaklaşmak için olabildiğince uzaklaşması gereken şeytani bir ayartma nesnesiyle özdeşleştirilir (Cozensa,2018). Bununla beraber klasik psikiyatri tarihinin notları arasına girmiş, Ortaçağ’da ‘kutsal anoreksiya’ olarak dini yayınlarda, kutsal bir amaçla kendini yemeden içmeden kesen azizeler için kullanılmaktadır (Yücel,2009). Bunlar ile olan genel uyarıları Miller(1996)’da yapar:
Histeride de psikozda olduğu gibi aynı kesinlik ve güvenilirlikle bulamadığınız görsel halüsinasyonları ve işitsel halüsinasyonları dikkatlice ayırt etmelisiniz. Histeride, halüsinasyonlar psikozda olduğu kadar açık değildir: sıklıkla bulanık algı olarak sunulurken, psikozda çok açık ve iyi tanımlanmışlardır. Histeride, belirsizlik modalitesinde sunulurken, psikozda öznenin en kesin olduğu şey olarak sunulurlar.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi yapı için neye odaklanıyoruz? Tabii ki onların ifadelerine. Özne söylediklerini nasıl görüyor? Bunu bildiği, inandığı veya tespit ettiği bir şey olarak görüyor mu; emin olduğu bir şey olarak, şüpheye açık bir şey olarak, birisinin itiraz edebileceği bir şey olarak; ya da onun için bir Şey olarak mı? Tekrar herhangi bir diyalektik olmayan, psikotik fenomeni düşünelim. Yemeklerine bir şeyler katılmasına, Öteki’nin ona tuzak kurduğuna şaşırabilir fakat onları inkar etmez. Psikotik özne için yaşadığı deneyim çok açık ve kesindir.
21. yüzyıl ile bağlantılı olarak kapitalist söylemin günümüze etkisi olarak yukarıda belirtilen hipermodern sosyal söylemin, Oidipal olarak organize edilmeyen ve sınırın sembolik işlevi tarafından yönetilmeyen semptomların dile olan etkisine gelelim. Şöyle maddeler veriyor Domenico (2014):
- Bir mesaj olarak açık bir metaforik işlev, yeme semptomu yoluyla iletilir ve aşkın (baba, anne, ebeveyn, öğretmen, erkek-kız arkadaş, eğitmen…) çağrısına cevap veren bir itiraz olarak metaforik anlamıyla tanıyabilen bir alıcıya yönlendirilir.
- Öznenin bedenine ilişkin fallik bir kayıt, her ne kadar güvencesiz de olsa, cinsiyetlerin diyalektiğinde kendi bedenleri aracılığıyla arzunun bir nedeni olarak işlev görmelerini sağlar ve inceliğin kendisini fallitisize eder;
- Öznenin gizemine karşı duyarlılık ve histerik bir özne için önemli bir tutku olan ve semptomatik bir torporun durumundan, yeme bozukluklarının nevrotik formlarından kaynaklanması koşuluyla, bozulmamış bulduğumuz şeyi bilme arzusu.
Varlığın bedeni yalnızca dil nedeniyle vardır, aksi takdirde orada bile olmazdı, ama ona jouissance’ın etkilerine yakalanmış bu bedeni veren, gösterenin bütünleşmesi veya özelleştirilmesidir. Simgeselin bedene etkisinden kapitalist söylemde fallik mevcudiyetin aşındığı duruma yani Baba-nın-Adının aşındığı olaya bir cevap olarak Anoreksiya nervoza’da, aslında, özne onu organize eden jouissance’a bir sınır koyabilen ve Ötekinin alanına sıkıca bağlayabilen bedenin fallik bir demirlemesinden yoksundur.
‘’Baba-nın-adının men edilmesi NP0 fallusun (F0) silinmesine tekabül eder. Buradan sonsuza varabilecek, artabilecek, sonsuz olabilecek şekilde bakışın katlanarak çoğalmasına gidilir‘’ (Quinet,2017).
Lacan’da uygulanan tersine çevirme, bizi artık semptomu dinlemeye değil, onu okumaya davet ediyor. “İlk formülüne, yani bir gösteren ile beden arasındaki maddi karşılaşmaya, bedende dilin pür şokuna” (Lacan,1974) indirgenmiştir. Artık yorumlamayı amaçlayan bir semptomun hakikati değil, okunması gereken gerçek bir semptomdur. Harfte bulduğumuz, gösterenin varlığı değil, gerçektir. Bu, Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adlı eserinde anlattığı ve Lacan’ın XXIII. Seminerin son oturumunda yorumladığı küçük sekansı bu şekilde okuyabiliriz. ‘’Tüm işin bir meyve kabuğu gibi elden çıkarıldığını gözlemliyor”. Lacan (1974) şöyle yorumluyor: “Bu sadece bedeniyle olan ilişkisinin bir meselesi değil, eğer söyleyebilirsem, bu ilişkinin psikolojisi”, yani “bedenimizin sahip olduğu karmaşık imaj”. Bu görüntünün ayakta kalmamasına neden olan Joyce’un başarısız egosudur, “bedenle ilişkinin kesilmesidir”. İmge ile bağlantısı olmayan Joyce yazarak bir vekil ego oluşturur. Lacan, “Parlêtre bedenine tapıyor çünkü ona sahip olduğunu düşünüyor” diyor ve “parlêtre’nin bedeniyle olan tek ilişkisi hayranlıktır” diyor (Lacan,1974). Hayranlık ona tapmak demektir, aşktır, daha doğrusu kişinin kendi bedenine duyduğu aşk [kişinin kendi bedenine, (…) kendi bedenine olan aşk] söz konusu olduğunda öz saygı [özgüven] dediğimiz şeydir. Bu, parlêtre’nin sahip olduğu tek “zihinsel tutarlılık” tır çünkü fiziksel bedeni “her an silinebilir”. Bu zihinsel tutarlılığı veren aslında kişinin bedenine olan özsaygısıdır, kendi bedenimize sahip olduğumuz ve değer verdiğimiz fikridir. Joyce’ta olgunlaşmış bir meyvenin kabuğu gibi gevşek hale gelen şey budur.
Beden fallik bir çapanın yokluğu etrafında sınırsız bir jouissance’ın kölesi olur. Burada bedenle ilgili mesele arzu içermez. Bir fallik meselenin namevudiyeti için ‘’bir soru’nun’’ namevcudiyeti de diyebiliriz. Tatminden (“Ayna evresi”) anlamlandırmaya (“İşlev ve Alan”), geçtikten sonra Lacan, öğretisinin son bölümünde tatmine vurgu yapmaya gelecektir. Jacques-Alain Miller’ın Lacancı Biyoloji’de altını çizdiği şey budur:
Bu, onu, örneğin, dil kavramından lalangue kavramına geçmeye, yani gösterenin bu şekilde anlamlandırma için değil, tatmin için çalıştığını önermesine götürür.
Bu, anlamlandırma ve tatmin arasında bir denklik oluşturma yönündedir. Ve Miller, beden ile gösteren arasındaki bağlantılarda iki hareketin mevcut olduğu olguyu ortaya çıkarır. Birincisi, Lacan’ın öğretisinin ilk döneminden itibaren var olan bedenin anlamlandırıcı bir hale getirilmesi vardır; bunun temel örneği, organı gösteren boyutuna yükselten fallusun anlamıdır. Fakat Lacan’ın öğretisinin son döneminde, dikkate alınması gereken gösterenin bir kurumlaşması da vardır, bu tam tersine, “gösterenin, konuşan varlığın bedenini etkilediğini ve gösterenin beden haline geldiğini, bedenin jouissance’ı böldüğünü ve fazla-keyif okunu ileri götürdüğünü, bedeni kestiğini, ancak fazla-keyifi sıçrama yapma noktasına kadar kavradığıdır”. Bu, gösterenin, bedeni bir anlamlar kümesi dışında etkilediğini kavramamıza izin verir. Gösterenin bedensel etkisidir, yani ne gösterilen anlamsal etkisi, ne de varsayılan bir özne olarak etkisi, başka bir deyişle, gösterenin hakikatin tüm etkileri, onun jouissance’ın etkileridir.
Bedenin önemliliğinin ve gösterenin özelleştirilmesinin hale getirilmesinin bu çift hareketi, “Radiophonie” de Lacan(1970) tarafından verilir:
İlk önce, anlaşılması gereken, hiçbir şekilde bir metafor olmayan sembolik bedene geri dönüyorum. Bu, tek başına bedeni izole ettiğini, naif anlamda alınacağını, yani kendisini destekleyen varlığın kendisine bahşettiği dil olduğunu bilmediğini, ‘eğer orada olmasaydı onun hakkında konuşamazdı’ noktasına kadar gösterir. İlk beden, kendisini içine dahil ederek ikincisini yapar.
Varlığın bedeni yalnızca dil nedeniyle vardır, aksi takdirde orada bile olmazdı, ama ona jouissance’ın etkilerine yakalanmış bu bedeni veren, gösterenin bütünleşmesi veya özelleştirilmesidir. Eric Laurent’in (2016) belirttiği gibi, gösterenin beden haline geldiği bu düzenleme, bedeni, nesnenin bedenin dışında yazılı olduğu ancak ona eklemlendiği bir yazı yüzeyi haline getirir. Bir yazı yüzeyi olarak beden, piercing veya dövmelerle süslenmiş bir beden, temizlik veya spor performanslarının gerekliliklerine tabi bir beden, jouissance nesneleriyle zenginleştirilmiş veya ürünleri içeren bir bedendir. Bu yazıt yüzeyi böylece hem bedenin dışındadır hem de bedene eklemlenmiştir. Anlamın dışındaki gösterenden etkilenen bu beden, beden olaylarından da etkilenir.
Gösterenin beden üzerindeki etkilerini, onun bastırılmasının ya da men edilmesinde ortaya çıkan tabloyu Freud (1914) daha önceden fark etmişti:
Daha önceki çalışmalarımda hipokondriyi nevrasteni ve kaygı nevrozuyla birlikte üçüncü bir ‘’aktüel’’ nevroz olarak sınıflandırma eğiliminde olduğumdan söz etmiştim. Diğer nevrozlar söz konusu olduğunda aynı zamanda daima küçük bir miktar hipokondrinin de oluştuğunu söylemekle sanırım çok ileri gitmiş olmayız. Bence bunun en iyi örneği histerik üstyapısı ile kaygı nevrozunda buluruz.
Libido ve kaygı arasındaki bu analoji günümüz çağının klinik görüngülerinde hala devam etmektedir. Fallik sınırın aşınmasıyla beraber bedenleriyle çok fazla ilgilenen bireyler, onunla ilgili sürekli kaygılanan özneler günümüz klinliğinde yaygınlaşmaya başlamıştır. Şöyle devam eder Freud(1914):
‘’Bu düşünce çizgisini izlemeye devam ettiğimizde, bir kez daha yalnızca hipokondri sorunuyla değil, aynı zamanda diğer ‘’aktüel’’ nevrozlarla da -nevrasteni ve kaygı nevrozu- karşılaştığımızı görürüz. (…) Bu bakış açısından hipokondrinin parafreniyle ilişkisinin diğer ‘’aktüel’’ nevrozların histeri ve takıntılı nevrozla ilişkisine benzediğini düşünebileceğimizi kaydetmek istiyorum yalnızca; yani, diğer aktüel nevrozların nesne libidosuna bağlı olması gibi hipokondrinin de ben libidosuna bağlı olduğunu ve hipokondrik kaygının ben libidosundan kaynaklanmasıyla nevrotik kaygının karşılığı olduğunu düşünebiliriz’’
Anoreksiya meselesinde ilerlerken Cozensa’nın ortaya koyduğu tezin diğer boyutuna bakalım. Üç düzeni birbirinden ayırt etmek için Lacan dört halkalı Borromean düğümünü önerir. Freud’a dönüşünden başlayarak ‘’R.S.I’’ seminerinde bu dördüncü düğümün Oidipus kompleksine eşdeğer saydığı ruhsal gerçeklik olduğunu öne sürer.

Baba-nın-adları, gerçek, simgesel ve imgeseli bir arada tutan ve aynı zamanda farklılaşmasına izin veren bu dördüncü düğümün Lacancı adıdır. Bir düğümün çözülümü diğer bütün düğümlerin çözülmesine neden olur. Burada ufak bir fark var. Yalnızca 1950’lerin öğretisine, Baba-nın-Adı kliniğine güvenirse, orada yolunu bulacağı kesin değildir. Daha ziyade, Babanın-ad-larının eklenmesi ve böylece kesin olarak hak ettiği yeri bulması, semptomun kliniğine faydalı olacaktır. Özneler, genellikle oldukça iyi, hatta bir ömür boyu ve Baba-nın-Adının desteği olmadan süren semptomatik bir düğümleme yöntemi bulmuşlardır. Bu özneler psikoz kliniğine gerçek bir yıkım getirerek, önemli ayrımlar da dahil olmak üzere herhangi bir kavrama yapılan tüm atıfları ortadan kaldırırlar. Bir semptom kliniğinin, her zaman haklı olarak Lacan tarafından reddedilen bir semptom kliniği olmadığını ekleyelim. Bu cümleden kasıt, tabii ki günümüz semptom görüngülerinin dışlanmamasıdır. Öte yandan, klinik fenomenolojiden başlayarak, semptomatik düğümlenme kriterlerini diğer düğümleme türlerinden ayırt edebilmek analitik kliniğin geleceği için önemli bir konudur. Ayrıca yapıların hiyerarşisini de altüst eder.
Tüm bu meselelere bakıldığın çok önemli bir yere geldik. O du şudur; bu meselenin tam da sadece ‘’belirli nedenlerle’’ açılamayacağı olgusu. Lacancı öğretiden bahsediyorsak, sadece ayna evresinden ve bunun narsisizmle olan ilişkisinden bahsedemeyiz. Cozensa’nın (2018) metninde vurguladığı gibi:
Lacan için, anoreksinin ana sorusu imgesel düzeyde bulunmamaktır. Aksine, sembolik ve gerçek arasındaki kavşakta bulunur. Bu nedenle, ayna evresinin teorisyeni olan Lacan, Anoreksiya Nervoza’nın temel problemini bu narsisistik düzeyde ortaya koymuyor. Anoreksiya’daki egonun hipertrofisi, daha ziyade, sembolik ve gerçek boyutlar arasındaki kavşakta, ergenlik döneminde ortaya çıkan kendi çıkmazıyla karşı karşıya kaldığında öznenin bulduğu etki veya çözümdür.
Bu durum yalnızca anoreksik özne için değil, tüm yapılar için böyledir. Bir yapıdan ya da semptomdan bahsediyorsak İmgesel, Simgesel ve Gerçek bir arada bulunur. Bu durumda Anoreksiya Nevroza’daki söz konusu narsisistik boyutla ilgili olarak Lacan’ın sessizliği, ayna evresi teorisinin klinliği ile doldurulmaya çalışılmıştır. Bu demek değil ki narsisizm ve ayna evresi bu tablodan çıkarılır. Yapılan hamle Anoreksiya meselesinin odağını narsisistik boyuttan ve bunun yerine başka bir çekirdeği getirmekten ibarettir.
Son olarak yazıyı bitirirken Cozensa, hiç nesnesi ve reddetme yanına üçüncü pozisyonu angaje eder. Anoreksiya’da, özne anoreksinin kendisi ile özdeşleşerek varlığını şöyle adlandırır: “Ben Anoreksiyayım”. Bu tam da men etme ile ilgili problemi ve metaforik değer kazanmaya yönelik özel bir hamle ile ilgilidir. Bu, bireyin egosunu, öncelikle bir patoloji olarak değil, bir yaşam tarzı olarak deneyimlenmeyen bu duruma bağlamanın ayrılmaz bir eylemidir (Cozensa,2018). Bu bir nevi Freud’un ‘’Kurt Adam’’ vakasına atıfla anlaşılabilir. Freud’un bu psikotik vakasının stabile eden durumlardan biri de artık ‘’Kurt Adam’’ olarak anılması ve kurum için bir figür haline dönüşmesi olmuştur. Daha da ifade etmek gerekirse bu tam da bir atama olarak tanımlayabileceğimiz bir işlemle, öznenin, evrensel bir kimlikle özdeşleşmesiyle tanımlanıyor. Bu tanım, ego’ya, durum ve anoreksik bir ideal ile katı özdeşleşme yoluyla belirli bir istikrar sunar. Jouissance’ın sınırsız etkisine bir çerçeve getirerek, bir nokta da bu özdeşimin belirli boyutlarda devamını sağlar. Yaşamları boyunca uzun süre dayanabilecek, ancak nadiren yaşamın sonuna kadar sürdürebilecek imgesel bir istikrardır. Bu özdeşim hareketinden sonra özne Bulimia’ya doğru hareket eder. (Domenico,2018). Bunun anlamı nedir? Özne, dürtüye, nesneye doğru teslim olur. Psikotik öznelerin başlangıçta durumlarını iyileştirmek için her türlü çabayı göstereceklerdir. Bu çabaların hareketinden biri de anoreksiyadır, ancak belirli açılardan çoğunlukla başarısız olmaktadırlar. Bu noktada, öznenin bulunmasına ve öznenin konumu için farklı bir isim almasına olanak tanıyan bir tedavinin başlatılması için yol açılır. Bu başlangıçla beraber öznenin çabasıyla artık imgesel ve kapsayıcı değil, sembolik ve tekil olan ‘’Bir’’in alanına geçer. Bu, psikanalizin, anoreksiya tedavisinde söyleminin tam potansiyelini uygulayabileceği noktadır.
Geldiğimiz nokta ile ilgili diğer husus ise başlangıçta bahsettiğimiz yapılar ile ilgilidir. Günümüz klinliğine eklemlenen semptom görüngüleri psikanalizin etkisini yok saymaz. Ya da onu ‘’çağ dışı’’ bir teknik olarak anılmasına neden olmaz. Psikanaliz güncel söylemi ve bu söylemin öznelerini dinler. Freud’un icadından beri her zaman yapılan bu olmuştur. Konuşan öznelere kulak verildiği sürece psikanaliz her zaman bir ‘’tedavi’’ sunar. Yeter ki özneye kulak verilsin. Unutulmamalıdır ki psikanalizin geleceği psikanalistler değil, oraya gelen ve her yeni yüzyıl için söylemi ve psikanalizi icat eden analizanlardır. Buraya ek olarak, Anoreksiya Nevroza konusunun basit bir anlatımını verdim. Günümüzdeki diğer yemek bozukluluklarını ele almadım. Burada Anoreksiya klinliğinin çok ufak bir kısmından bahsedebildim. Cinsiyet, söylem, dürtü gibi meselelere hiç dokunmadım. Bunun sebebi ise yukarıda belirttiğim gibi ihtiyatlı ve adım adım bir yaklaşımdır. Anoreksiya’nın psikanalitik başlangıcı için bir giriş olması amacıyla kaleme aldığım bu yazı, ilerletilecek ve klinik deneyim çerçevesinde kendini geliştirmeye devam edecektir. Ayrıca bu çalışmamda nevroz ve psikoz ikilemi ağırlıklı olarak bahsedilsede sapkın yapı asla dışlanmamalıdır. Günümüz klinliğinde semptom görüngülerinin nasıl şekillendiğini basit bir anlatımla sunmak için sadece nevroz ve psikoz yapılarından yararlandım. Psikanaliz, klasik psikiyatriye de atıf yaparak, üç yapıya sırtını yaslayarak işlevselliğini her dönem sürdürecektir.
Kaynakça
- 4. Soria, N. Psicoanalisis de la anorexia y la bulimia (Buenos Aires: Tres Haches 2000)
- Cosenza, D., Body and Language in Eating Disorders, 2018
- Cosenza, D., Silence and the Voice in Anorexia Nervosa, 2015
- Evans, D., Lacancı Psikanalize Giriş Sözlüğü, çev. Turgay Sivrikaya, Umut Yener Kara., 2019, Islık Yayınları
- Felstein, R., Fink, B., Jaaus, M., Reading Seminars I and II Lacan’s Return to Freud, 1996, State University of New York Press, Albany
- Freud, S., Narsisizm Üzerine ve Schreber Vakası, çev. Banu Büyükkal, Saffet Murat Tura., 1997, Metis Yayınları
- Kulaksızoğlu, I., Tükel, R., Üçok, A., Yargıç, İ., Yazıcı, O., Psikiyatri, 2009, İstanbul Üniversitesi Yayınları
- Lacan J., “The Function and the Field of Speech and Language in Psychoanalysis, trans. Bruce Fink (Routledge: London, 2006), p.223.
- Lacan, J., “Radiophonie”, Autres Écrits, Editions du Seuil, Nisan 2001
- Lacan, J., Seminar XXIII: Sinthome, çev. A. R. Price, 201, Polity Press
- Lacan., J., Ecrits, çev., Bruce Fink, 2002, W. W. Nortan & Company, Inc.
- Lacan., J., Seminar I: Freud’s Papers on Technique 1953-1954, çev., John Forrester, 1988, W. W. Nortan & Company, Inc.
- Lacan., J., Seminar II: The Ego in Freud’s Theory and in the Tecnique of Psychoanalysis, 1954-1955, çev., Sylvana Tomaselli, 1988, W. W. Nortan & Company, Inc.
- Laurent É., “L’envers de la biopolitique, une écriture pour la jouissance, Navarin, Champ freudien, Paris, 2016.
- McGowan, T., Sahip Olmadığımız Şeyin Keyfini Sürmek, çev. Kemal Güleç, Kasım 2018, İmge Kitabevi
- Miller J.-A., “Biologie lacanienne et événement de corps”, La Cause freudienne,
- Nominé, B., Freudcu Semptomdan Lacancı Sinthome’a , çev. Ayşegül Erdem., (Simgesel Psikanaliz Dergisi, Sayı:1,2017, Yaygın Süreli Yayınları
- Quinet, A., Şehrin Deli Efendileri, çev. Ceren K., Axis Yayınları, 2020