Erken dönem Freud’da baktığımız zaman klasik psikiyatrinin fenomen yapılarına dair vakalarına bir açıklama getirdiğini görüyoruz. Lakin bu açıklamalara bakıldığında özellikle erken dönem Freud için semptom ve fantazma dair teorik bir çalışma kendini hissettirmeye başlıyor. Mesela 1893 tarihli, sevgili Şahin Ateş bu metni çevirmişti, ‘’Organik ve Histerik Motor Felçler Üzerine Karşılaştırmalı Bir Çalışma İçin Bazı Hususlar’’ adlı makalesinde bunun etkilerini görüyoruz. Daha sonra ise semptom ve fantazma dair klinik durum, Freud’un çalışmalarında zamanla kendini iyice hissettiren bir olgu olmaya başlıyor. Şöyle diyor Freud: ‘’Histeri üzerine çalışan kişinin dikkati çok geçmeden semptom analizinden sıyrılıp bu semptomların kaynağı olan fantazmlara yönelir.’’ Freud, semptomlara, özneyi başa çıkmakta onu zorlayan bir psişik gerilimin neden olduğunu ve semptomların başarısız bastırmanın izlerini taşıdığını savunur. Daha önemlisi bu psişik gerilime neden olmuş bir olayın olduğunu savunur. Ama daha sonra bu düşüncesinden vazgeçer, vazgeçtiği ise olan olayın gerçekten olmuş olması değildir ve bu teorisine bir fantazm olarak işlev atfeder. Yani bu olay olmuş olmak zorunda değildir. Kişi fantazm olarak bu olayı yaşamış olabilir. Şimdi bu konuyu biraz detaylandıracağım. Elimizde iki klinik kavram var: semptom ve fantazm.
Bu iki önemli kavram hakkında yazmaya karar verdim çünkü semptom ve fantazm arasındaki klinik ayrım önemli. Bu ayrımın önemi, hem Freud, hem Klein, hem Lacan okumamdan hem de analitik uygulamamdan kaynaklanıyor. Ayrım dediğim nokta elbette sadece iki farklı kavramı ve işlevi değil, aynı zamanda birbirine bağlı iki kavramı da ifade ediyorum.
Aslında bu net iki kavramı ve aralarındaki ilişkiyi Klein ve Lacan her daim desteklediler. Kendi içindeki nüans farklarına elbette bu yazımda girmeyeceğim. Günümüze bakıldığında artık fantazmı dışlayan ve semptomların ‘’acil’’ ortadan kaldırılmasına dair bir inanç söz konusu. Herkes böyle çalışıyor demiyorum lakin bu çalışma stilinde en azından psikanaliz adına bir tehlike seziyorum. Semptomu direkt ortadan kaldırımlası gereken bir durum olarak algılamak yanlıştır; özellikle yapılara bakılmaksınız. Yapı derken elbette üç özne konumu olan nevroz, psikoz ve sapkın yapılarından bahsediyorum. Çünkü bir yapıda semptom, değişmesi gereken, ortada kaldırılması gereken bir nokta iken diğer yapıda onu ayakta tutan bir işleve sahip olabilir. Bugünkü yazımda da genel olarak zaten nevroz kliniğinden bahsedeceğim.
Devam edersek, semptomu olduğu halde kabul etmek, aslında söylenmek istenen bir mesajı, sözü susturmak demektir. Söylenmek istenenler, fark edilmeden semptomların arkasında söylenmeden kalmıştır. Sadece tek bir noktaya odaklanmak, bu bizi klinik bir çıkmaza götürür. Lacan’ın dediği gibi semptomların altında bastırılmış bir söz/konuşma yatar. Lacan’ı dinlerseniz semptomu ayakta tutan zaten konuşulmayan, üzerine düşünülmeyen bu sözlerdir; semptomu bir arada tutan bu konuşulamayanlar, söylenemeyenlerdir. Semptomları kuran imleyenleri dinlediğimizde arkasında bir başka tabloyu görürüz; tekrar eden ve üzerine hiç konuşulmayan fantazmı.
İlk olarak Freud’un Psikanalize Giriş Dersleri’ndeki 17. ve 23. dersleri, bu minvalde çok önemli. Bu dersler, Freud’un semptom ve fantazm ilgili düşüncesindeki atılımı gösterir. Freud daha erken döneminde bile, semptomun iki taraflı bir yapısı olduğunu fark etti; bir taraf anlama dönüktü ve diğer taraf, daha karanlık ve önemli ölçüde daha sessiz, doyuma dönüktü. Anlam tarafı gürültülü, çok anlamlı ve değişken olduğu gibi, jouissance dediğimiz tatmin tarafı da karanlık ve hareketsizdir. Freud bundan, kilitlenme ya da saplantı terimlerine çevrilen fiksasyon olarak bahsediyor. Alıntı yapıyorum: “Analitik gözlem bizi yalnızca çocukluktaki rastlantısal deneyimlerin ardlarında libido fiksasyonları bırakabildiklerini varsaymaya zorlar’’. Bu tesadüfi olayların libidonun olası fiksasyon noktalarıyla özdeşleştiği anlamına gelir.
Dikkatli dinlerseniz ‘’çocukluk deneyimleri’’ kısmı buradaki en önemli terim. Pek tabii genel olarak bu semptomların ortaya çıktığı ve geliştiği yer aile içidir. Bu meseleye yazının ilerleyen bir noktasında İngiliz bir analistin vakası ile değineceğiz.
Semptom ve fantazm arasındaki ilişki ve ayrım için başlangıç noktası olarak Lacan’ın fantazmı değerlendirmesi açısından, analizin sonu tanımını çok önemlidir. Çünkü Lacan “Semptomu kat etmek”ten bahsetmez; Lacan’ın analizin sonunu semptoma değil, aşina olanların bildiği üzere fantazma bağlıyor. Şimdi, psikanalizde bir terim olarak bulunan fantazmın diğer birçok olası terim arasından seçilmesinin tesadüf olmadığını hesaba katarsak, Lacan’ın analizin sonu, sorununu tıpkı Freud’un da çok kafayı taktığı gibi, fantazm açısından ele aldığı yadsınamaz. Bu konuşulması, tartışılması gereken bir şey. Neden Fantazm? Niye semptom değil? Miller çok garip bir düşünce atar ortaya, der ki: ‘’Lacan’ın analizin sonu tanımının temelinde, fantazm olduğu göz önüne alındığında, analize başvuruların özellikle neden semptomla bağlantılı olduğunu merak etmek ilginç olurdu.’’ Bu çok önemli bir nokta. Neden? Çünkü Miller şunu söylüyor, insanlar analize başvurduklarında fantazmlarından şikayetle değil, semptomlarından şikayet ile alakalı başvuruyorlar. Miller’in gerçekten semptomun analize girişle ilgili bu yönünü vurgulaması aslında analizanların ya da psikanalize başvuranların neye yönelik bir talebi olduğunu bize gösteriyor. Çoğunlukla bu bir şikayet olarak başlar: Baba ya da anne tarafından yeterince sevilmemekten, bir kız ya da erkek olarak istenmemekten, önemsenmemekten, değersiz hissetmekten ya da tam tersine, çok fazla sevilmekten ve ailesinin üzerine yüklediği yüklerden, sorumluluklardan şikayet eder. Ya da biten ilişkilerinden, sorumsuz sevgililerinden, ona acı çektiren kişilerden. Ve en azından başlangıçta, hata, suç Öteki’ndedir: Analize gelen kişi kendini suçlu bile hissetse örtük olarak suçladığı sevme ve arzulama görevini yerine getiremeyen, başarısızlığa uğratan bir Öteki vardır.
Semptom, Öteki ile olan bu bağdan besleniyor ve gördüğümüz gibi, orada da anlam veya ifade buluyor. Nadir durumlar dışında analist onu yorumlamazsa, analizan semptomunu tek başına, bu perspektiften yorumlamaya devam edecek ve yorumlarının öne çıkaracağı şey Öteki’nin eksikleri ya da işte sorumsuzlukları olacaktır. Aslında semptomun arkasındaki fantazm burada filizlenmeye başlar. Mesela sürekli tartışan ebeveynlerin durumu, bir kişinin neden sürekli olarak kendi partneriyle tartıştığını açıklar. Başka bir kişi, müsrif davranışlarını babasının cimriliğine bağlayabilir: ‘’Ben onun harcamadığı paraları harcıyorum’’. Burada ortaya çıkan şey, semptomların bu şekilde anlaşılmamış bir fantazm ışığında yorumlanmasıdır.
Şimdi şu soruyu sorarsak bunu anlamak kolaydır: Semptomun ortaya çıkardığı sorun nedir? Bu Terapötik bir problemdir – tedavinin sorusu ile alakalıdır. Bu yüzden “semptomun ortadan kalkması” veya “semptomun ortadan kaldırılması” hakkında konuşuyoruz ve herkes neden bahsettiğimizi anlıyor. Lakin ortadan kaldırıldıktan sonra bir yenisi geliyor. Şöyle diyor Freud: ‘’Ama semptomların ortadan kaldırılmasından sonra hastalıktan arta kalan elle tutulabilir tek şey yeni semptomları oluşturma yeteneğidir.’’ Bu minvalde tam da Lacan “fantazmın kat edilmesi”nden bahsediyorsa, “fantazmın ortadan kaldırılması ya da ortadan kalkması”ndan bahsetmemek içindir. Fantazm söz konusu olduğunda, soru daha çok, geride ne olduğunu görmektir, ki bu zordur. Çünkü analizan tam da burada bir şeyler bilmemek ister. Direnci de bir yandan burada düşünebiliriz. Lacan buna cehalete bir tutku diyor. Cehalete bir tutkudan ziyade aslında bilmemeye dair bir tutku bu. Aşk ve nefretten öte bir tutku diyor buna Lacan. Analizan kendi nevrotik mekanizmalarını, semptomlarının niçin ve neden oldukları hakkında hiçbir şey bilmek istemez. Ama daha ötesinde zaten bu ‘’bilmek istememe’’ tutkusunu Freud’un çalışmalarında ve o çalışmalara dair notlarında görüyoruz. Bilmeme tutkusu, öznenin doyumunun, yani öznenin gerçekten ve hakikaten başına gelenleri bilmemesinin kaynağıdır. Fink şöyle özetler: ‘’ Başlangıçta çoğu hasta neyin yanlış gittiğini, ne yaptıkları için olumsuz sonuçların ortaya çıkmaya devam ettiğini, niçin ilişkilerinin daima dağılıp gittiğini vb.lerini bilmek için bir arzuyu dışa vursalar da, Lacan’ın ileri sürdüğü üzere, burada bu şeylerin hiçbirini bilmemeye yönelik çok derin bir istek vardır. Hastalar, hayatlarını sabote eden, geçmişte yapmış oldukları ya da halen yapmakta oldukları şeyin tam anlamıyla bir kez farkına vardıklarında, çoğu zaman daha ileri gitmeye direnir ve terapiden kaçarlar. Kendi daha derin saiklerini bir anlığına gördüklerinde ve bunları sindirmeyi zor bulduklarında genelde terapiyi bırakırlar. Kaçınma en temel nevrotik eğilimlerden birisidir.’’ Freud ise ‘’Histeri Üzerine Çalışmalar’’ adlı erken dönem eserinde zaten bunun bilincindedir ve şöyle diyor: ‘’ Eğer hastaların dikkatini ona yöneltmeye kalkışırsam semptom doğduğu sırada kendini geri püskürtme şeklinde göstermiş olan aynı gücü direnç biçiminde ayrımsıyordum. Şimdi eğer fikrin hastalandırıcı hale gelmesinin kesinlikle kovulması ve bastırılmasının sonucu olduğunu ortaya koyabilirsem zincir tamamlanacaktır. Böyle ruhsal bir güç, ego kesiminde tiksinti, başlangıçta hastalandırıcı fikri çağrışımlardan kovmuştur ve şimdi de belleğe geri dönmesine karşı duruyordur. Histerik hastanın “bilmeme” si aslında “bilmek istememek”tir – az ya da çok bilinçli olan bir istememek.’’ Ve Freud, Lacan’ın önemli kavramı olarak sayılan ‘’analistin arzusu’’ kavramına ilham olan şu sözcükleri söyler: ‘’Bu nedenle analistin görevi, ruhsal çalışmasıyla bu çağrışım direncinin üstesinden gelmektir.’’
Yani bu ‘’bilmek istememe’’ tutkusuna karşı bir çalışmada “analistin arzusu” denilen şey gereklidir. Bu konuya detaylı elbette girmeyeceğim. Ama her teori için ya da ekol için bu zorunlu değildir, değil mi? Sonuç olarak bir sürü ekol var. Onlarla ilgili elbette yorum yapmıyorum ama psikanaliz açısından yorumlarsam günümüzde ne yazık ki bazı analistler kendilerini terapötik arzuyla, yani efendi olma arzusuyla tamamen sınırlayabiliyorlar. Efendi konumunda olan analist nedir? Öncelikle analist değildir. Lacan’ın efendi tanımına bir şekilde uyan biridir: işlerin yürümesini, kişinin karşı karşıya olduğu hayatın getirdiği zorluk seviyesinde, işlerin iyi gitmesini ya da belirli düzene göre çalışmasını isteyen biridir. Kulağa bunlar iyi gelebilir. Lakin bununla birlikte, iyi gidiyor gibi şeyler bazen insanların başına kötü şeyler açabilir ve daha önemlisi bu ‘’iyi şeyler’’ analizanın fantazmına aykırı olabilir ve bu anlamda efendi konumundaki analist de öyle. Efendi konumundaki analist, analitik çalışmaya aykırıdır.
O zaman karşımıza bazı meseseler çıkar. Mesela Psikanalizin Etiği nedir? Miller tüm bu tartışmaların arasında şunu belirtir: ‘’Analize uygun olanın, kliniğin ötesinde de doğru olduğunu söyleyebiliriz ve “etiksiz klinik olmaz”. Başlangıç olarak, analizanın bilmek istememesine karşı ve yine analizanın, hadi diyelim, cehalet tutkusuna karşı, analistin kendi arzusunu vurgulamak en baş görevidir. Nedir bu analistin arzusu? Analizanın bilinçdışına olan arzusudur. Şöyle der Miller: “Ve Analizanın ifade edemediği arzusuna dair bir arzu: Ne istiyorsun? Senin arzun nedir? Bu, arzuya uygun sorudur ve “etiksiz klinik olmaz” dediğimizde bu soru da analistin kendisi için de vardır. Yani Analiste de bu soru sorulur: Ne elde etmek istiyorsunuz? Analist, dünyanın düzenine uyan ya da efendiyle iyi geçinen özneleri elde etmek istiyor olabilir. Veya analist, örneğin arabaların onarılmasına benzer minvalde semptomu eski haline getirecek şekilde bir tamir etkisi elde etmek isteyebilir.” Bunların hepsinin analizan için sonuçları vardır. Sadece analiz değil, iki dost arasında olan muhabbet içinde aynı şeyler geçerlidir. Birine dert anlatırsınız, biri size karşılık verir ya da sessiz kalır. Sakinleştirir, dingileştirir. Mesela Freud’un Sıçan adam vakası bu minvalde iyi bir örnektir. Sıçan adam, düşünceleri ona her eziyet ettiğinde arkadaşına gidip, dert yanıp, aslında onu rahatlamasını talep ediyordu ve bu, bir yere kadar da işe de yarıyordu. Analiz deneyiminin ve uygulamasının da hastayı sakinleştirdiği ve öfkelendirdiği kısımlar vardır. Panik olduklarında veya endişelendiklerinde analistte onları sakinleştirme, güven verme, biraz dinginlik verme dürtüsü canlanabilir. Ancak analiz bunlardan ibaret değil. Hastanın iddia edilen iyilik halinin ötesinde ve hastanın kendisi hakkında iyi hissetmeye başladığı noktanın ötesinde başlar. Analistin ağır bir sorumluluğu da buradadır. Bu sözde refah noktasının ötesine geçmek, evrensel toplumumuzda ortak olan tüm ideallerden bazen kopmak anlamına bile gelebilir, çünkü psikanalize uygun etik, herhangi bir kurulu güç için kesinlikle kabul edilemez değerleri üstlenmek anlamına da gelir. Ve tüm bu konuşulanlar bizi yine semptomun ötesine götürüyor.
Konuyu toparlayıp, semptom ve fantazm arasındaki ilişkiye devam edersek, analitik deneyim bize analizanın semptomu söz konusu olduğunda çok konuştuğunu ve onun hakkında bir şeyler bildiğini bize gösteriyor. Analizin başında formülizasyonu nedeniyle semptomundan tekil olarak bahsedilir, yani analizan onunla ilgili şikayet etmek için konuşur. Hastanın analize başlamasının nedeni budur. Semptomu ile alakalı ekonominin düzeni ile ilgili bir oynama mesela. Freud şöyle der: ‘’Semptomların yaygın bir oluşumu söz konusu olduğunda bu iki tür harcama kullanabileceği zihinsel enerji açısından öznenin alışılmadık derecede fakirleşmesine ve böylece yaşamın önemli görevleri için onun felç olmasına yol açabilir. Bu sonuç esas olarak bu yolla emilen enerjinin miktarına bağlı olduğundan “hasta olmanın” özünde pratik bir kavram olduğunu kolaylıkla göreceksiniz.’’ Aslına bakarsanız bu görünen nedendir. Şimdi işleri netleştirmek için Dora vakasına bakmamız gerekecek. Söylemeyelim ki Dora vakasının uzun uzadıya bir incelemesini yapmayacağım. Sadece meselesiyi biraz daha netleştirmek adına, belirli bir bölümüne mercek tutacağım. Dora, ailesinin de zoruyla Freud’a ilk gittiğinde görünürde olan şey bedensel yakınmaları, şikayetlenmeleriydi. Daha sonra bu durum elbette Ötekini suçlamayı içerek şekilde analiz içinde ilerlemeye başladı. Freud, var olan semptomları doğrudan ele almadı. Semptomların arkasında yatan fantazma bakmaya çalıştı. Freud, sıklıkla bir ses kısıklığı semptomunun (afoni) eşlik ettiği öksürüğün, o anda sevdiği adam Bay K.’nin varlığı veya yokluğu ile sıkı bir ilişkisi olduğuna dikkat çeker. Freud, Dora’nın öksürük nöbetlerinin Bay K’nin yapmak zorunda olduğu gezilerle çakıştığını belirtiyor. Freud, Dora’nın öksürükleri ile gizlice sevdiği adamın yokluğu arasındaki tesadüfü, saklamanın bir yolunu bulması gerektiği sonucuna varır. Her halükarda Freud’a göre öksürük dönemleri “kökensel bir anlamın izi” olarak okunmalıdır.
Bu pasajı takiben Freud, histerik semptomların nedenlerini tartışır. Somatik semptomlar mı yoksa psişik semptomlar olarak mı kabul edilmelidirler? Bunları somatik açıdan ele alsak bile, psişe ne ölçüde etkilenirler? gibi. Bununla birlikte, Freud’un Dora’nın öksürüğüne ilişkin yorumlarından biri üzerinde düşünmemizi istiyorum. Dora’nın babasına yönelik şikayetleri ve öksürük nöbetlerinin eşzamanlılığı nedeniyle Freud, “bu semptomun babasıyla ilgili bir anlamı olabileceğini düşünmeye sevk edildiğini” yazar. Öte yandan Freud, semptomun metaforik yönüne ve bunun cinsel bir hazla, yani cinsel hazzın ikamesi olarak semptomla olan ilişkisine de dikkat çeker: “Semptom, cinsel içerikli bir fantazmın temsilidir – gerçekleşmesidir..“der. Çok bilinse de Freud’un Dora’nın öksürüğünü yorumladığı durumda bir başka noktayı vurgulamak istiyorum. Freud, Dora’nın Bayan K’nin babasına yalnızca “Ein Vermögender Mann” (zengin bir adam) olduğu için aşık olduğu konusunda ısrar ettiğini belirtir. Bu noktada Freud’un yazısını yakından takip etmek önemlidir: Şöyle diyor Freud: ‘’Dora’nın sinirsel öksürüğünü bu biçimde, imgelenmiş bir cinsel durum aracılığıyla yorumlamak için bir fırsat çok kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Yine Bayan K.’nın babasını yalnızca “ein vermögender mann” [ varlıklı bir adam”] olduğu için sevdiği konusunda ısrar etmekteydi. Kendisini ifade ediş biçiminin belirli ayrıntıları (çözümlemenin başka tümüyle tekniğe ilişkin kısımları gibi burada atladığım ayrıntılar) bu sözcüklerin arkasında tam karşıtının, yani babasının “ein unvermögender mann [ varlıksız bir adam”] olduğu sözcüklerinin gizlenmiş olduğunu görmeme yol açtı. Bu ancak cinsel anlamı kastediyor olabilirdi — babası bir erkek olarak varlıksız, iktidarsızdı. Dora bu yorumu bilinçli bilgilerine dayanarak doğruladı. Bunun üzerine, bir yandan babasının Bayan K. ile ilişkisinin sıradan bir aşk ilişkisi olduğunda ısrar etmeyi sürdürürken, öte yandan babasının iktidarsız olduğunu ya da başka sözcüklerle böylesi bir ilişkiyi sürdürebilecek durumda olmadığını iddia etmesi ile içine düştüğü çelişkiye dikkatini çektim.’’
Kanaatimce buradaki asıl mesele, örtük bir anlamın ortaya çıkması değil, Öteki’deki eksikliğin imleyeni olarak okunabilecek, onun ürettiği çelişkidir. Freud bu çelişkiyi Dora’ya sunar: Dora, babası ile Bayan K arasındaki ortak bir aşk ilişkisinde ısrar edebilir ve aynı zamanda babasının iktidarsız olduğunu kabul edebilir. Bu noktada Öteki’deki eksikliğin cinsel ilişkiye, daha doğrusu cinsel bir uyum eksikliğine işaret ettiğini görebiliriz. Bu noktada Dora’nın fantazmı bu deliği, anlamlandıramadığı durumu nasıl hemen tıkadığını görmek dikkat çekicidir. Cinsel hazza ulaşmanın başka birçok yolu olduğundan bahseder ve Freud’a oral seks hakkında düşündüğünü itiraf eder.
Şimdi buradan yavaş yavaş Fantazma geçmek istiyorum. Çünkü fantazmda Dora’da da duyulduğu üzere durum tamamen farklı. Genellikle analizan fantazmından şikayet etmez. Aksine bundan keyif aldığını söyleyebiliriz. Bu, herhangi bir analistin yapabileceği bir gözlemdir, çok basit bir gözlemdir, semptom ve fantazmı iki farklı bölgeye yerleştirmek için yeterlidir: şikayet ve keyif. Semptomun şikayeti – Fantazmın keyfi. Şöyle diyor Freud: ‘’ Semptomlar, bir bütün olarak öznenin yaşamı için zararlı ya da en azından yararsız, onun sıklıkla istemediği ve hazsızlık ya da acı veren bir şey olmasından yakındığı eylemlerdir.’’
Şöyle der Miller: ”Ve haklı olarak şunu söyleyebiliriz ki, hasta semptomuna göre, fantazmında bir rahatlık bulur. Fantazmın, psikanalize, öznenin az ya da çok başvurabileceği imgesel bir ürün olarak kazandırıldığı, Freud tarafından vurgulanan rahatlatıcı bir işlevi vardır. Özetlemek gerekirse: Freud’un bu meseleyi ilk değerlendirmesine göre, fantazm özneye haz veriyor gibi görünürken, semptom, aksine, onu hoşnutsuz kılar.”
Bununla birlikte, söz konusu deneyimin bu dolaysız tanımıyla devam edersek, semptom ve fantazm arasında başka bir karşılaşmaya şahit oluruz; yani, Dora’da da olduğu gibi kişi semptomları hakkında çok konuşur, ancak konu fantazmına gelince güçlü bir suskunluk vardır. Özne, rüyalarını yorumlamasında aşırıya kaçabilir, kendi dil sürçmelerinden ve onlar hakkında konuşmaktan keyif alabilir, analisti eğlendirdiğine inanabilir ve kendi şakalarından keyif alabilir. Ama fantazma gelince – hiçbir şey. Sözsüzlük. Örneğin, çeşitli ketlemelere sahip bir obsesyonel, analizde bunlardan bahsetme konusunda hiçbir çekingenliğe sahip değildir. İzin verilirse, saatlerce semptomları hakkında konuşacaktır. Ama fantazm söz konusu olduğunda onun fantazmı dünyanın en iyi gizlenmiş şeylerinden biri olabilir. On yıl sürmüş olsa bile, analizlerde fantazmları hakkında hiçbir şey söylemeyen analizanlar olabilir. Freud, fantazmın, öznenin hazinesi ve en mahrem mülkü gibi göründüğüne işaret eder. Fakat semptomla ilgili durum hiç de öyle değil. Böylesine akut bir klinik farkı nasıl açıklayabiliriz? Başlangıç olarak, fantazma dair bir utancın varlığını düşünebiliriz. Genel olarak konuşursak, nevrotik kendi ahlaki değerleriyle çeliştiği için fantazmından utanabilir. Şöyle diyor Miller: ‘’Nevrotik, fantazmının içeriğini, Freud ve Lacan’ın iddia ettiği ve bizim de deneyimlerimizde gözlemleyebileceğimiz gibi sapkınlık söyleminden alır. Bir nevrotiğin sapkın fantazma sahip olması, onun bir sapkın olduğu anlamına gelmez. Örneğin obsesyonel bir kişi, fantazmını sapkınlık söyleminden alabilir, onu kendisine ait olmayan bir jouissance alanından alır ve sapkınlık söyleminden alınanlara genellikle belirli bir mesafede durur ve tüm bunlarla ilgili bir güvenlik payı bırakır. Böylece fantazmı çevreleyen utanç boyutunun bir açıklamasını buluyoruz. Örneğin, analizde sıklıkla, idealleriyle çeliştiği için nasıl başa çıkacaklarını bilmedikleri mazoşist fantazma sahip insanları buluruz. Bazen bu onlara büyük acılar getirir. Fantazmları özellikle saldırgan içerikli olan hümanist insanlar da bulabiliriz. Ve bu ikilik hesaba katıldığında, sentetik bir kişilik nosyonunu savunmak ne kadar zor!Ancak öznenin ahlaki değerlerine atıfta bulunduğumuz için, şimdi bu soru konusunda daha da kesin olmalı ve fantazmın bileşenin nevrozun geri kalanıyla uyumlu olmadığını açıkça söylemeliyiz.’’
Öznenin haz almasına izin veren bir şey olarak fantazmın, kesinlikle Freudyen bir fikir olduğunu gördük. Durum böyle olunca, fantazmın, jouissance’ı hazza dönüştüren bir makineye benzemesi, bana tam anlamıyla Lacancı bir hipotez gibi geliyor. Jouissance’ı ehlileştirmek için bir makine gibi, çünkü kendi hareketinden dolayı jouissance, hazzı değil, hazzın ötesini hedefler. Haz İlkesinin Ötesinde’de bulunabilecek Freudyen bir araştırma dizisinin sonuçlarından biridir. Bu ilkenin ötesinde bir jouissance boyutu vardır ve fantazm, haz ilkesine tekabül edenle eklemlenmesi için bir araç olarak görünür.
Örneğin, şimdi bir vakaya göz atalım. Belirttiğim gibi Freud’un‘’çocukluk deneyimleri’’ ifadesi çok önemli. İngiliz analistin vakası şöyle: Analizan ilişki şikayetleri ile başvuruyor. Erkeklere karşı büyük bir güvensizlik hissettiğini ve bu yüzden ilişkilerini sürdüremediğinden bahsediyor. İlişkilerinden ve ilişkide bulunduğu erkeklerden şikayet ediyor. Şöyle diyor: ‘’erkeklere güvenemiyorum, çünkü onların hep aklında tek bir şey vardır.’’ Analizde ilerledikçe bir fantazm ortaya çıkmaya başlıyor. Tabii bu birden birde değil, analitik çalışma içinde bazen yıllara yayılan bir ortaya çıkış. Küçük bir kızken akşamları ödevini yaptığını ve babasının omzunun üzerinden gelip baktığını anlatıyor. Babası arkasında duruyor ve bu durumda babasının tek bir şey istediğini hissettiğine inanıyor. Emin değil ama o sırada, bu sahnenin üstüne gittiğinde babasının durumuna dair hissettiği karışık histen bahsediyor. Bu hissin ona ağır geldiğini anlatıyor. Ve burada işte bu garip, anlamlandırılamayan ve bunaltan jouissance’tan özneyi kurtarmaya fantazm geliyor. Bundan yola çıkarak, tek bir şey için var olan erkeklere karşı bir güvensizlik tasarlıyor: onların sadece kendi zevkleri vardır ve erkeklerin ‘’aklında tek bir şey vardır’’. Daha sonra bu sahneden önce annesinin bir konuşması ile ilgili detay hatırlıyor. O ufakken annesinin babasından “aklında tek bir şey olan” bir koca olarak bahsettiği şikayetleriyle büyüdüğünü fark ediyor. Bu şikayetlerin onun için fantazmın nasıl kurucu ayaklardan biri olduğunu belirtiyor.
O halde fantazm, jouissance’ın anlamsızlığıyla karşılaşmanın neden olduğu travmaya karşı bir savunmadır. Fantazm bu durumda bir savunmadır. O yüzden görünürdeki semptomun ötesinde hep bir mesele vardır. Miller’in dediği gibi: ‘’Bu nedenle özne, Öteki’nin bu yerini Öteki’nin yerine konuşarak keşfetmeye davet edilir, çünkü konuştuğumuz anda Öteki’nin yerine konuşuruz.’’ Yani Miller’in sözlerini açarsak, tedavinin bir noktasında, analizanın çağrışımları ve dirençlerinin aşılmasıyla öznenin ailede somutlaşan bu Öteki karşısında sahip olduğu jouissance konumu açığa çıkar. Nevrozda, bu Öteki, az önce verilen kısa örnekteki annenin babaya duyduğu kinciliği gibi ve üstelik gerçekte annelik karakterinin doğasına bakılmaksızın, bir fantazmın Ötekisidir. Bu Öteki bir inşadır. Çünkü annenin o cümleyi söylemesi o anlama geldiğini göstermez. Bir cümle bir sahneyi anlamlandırıp, bir senaryo yaratıyor ve rolleri dağıtıyor. Aklında tek bir şey olan baba ve ondan şikayet eden bir anne. Aslında bu analizanın inşasıdır. Lacan’ın ‘’arzuyla ilgili bir yorum’’ olarak adlandırdığı şey, analistin bu tam Öteki’de bir delik açması ve arzuyu, hatta jouissance’ı ortaya çıkarması için bir yoldur. Arzuyu açığa vurur çünkü özne semptomlarından şikayet eden koşulları yaratırken bir yandan da kendini kavrayabilir. Örneğin, başka bir analistin vakasına ait olan, iş yerinde diğer kadınların yorumlarına karşı aşırı duyarlı olan ve bundan şikayet eden bir analizanı ele alalım. İlk adımda bu semptomunu, annesinin kendisine karşı olan eleştirilerine bağlar. Bu yine işin görünen tarafıdır. Daha sonra analizinin ilerleyen zamanlarında, babasının annesi ile konuştuğu bir sahneye şahit olduğunu hatırlar. Babasının sözlerinden anlam çıkarttığını belirtir; yani annesine ihanet ettiğini, hatta annesiyle rekabet ettiğini, babasının onu şikayet ettiğini düşündüğü bir sahne. Babası bunu durumu ima ediyordur. Bu ihanetten dolayı, daha az suçluluk duymak için aslında işyerindeki diğer kadınların yorumları için onları kışkırttığı ve bu yorumlardan etkilenerek semptomunu beslediğini fark eder. Yani kendini zor duruma sokarak bir günah çıkarma durumundaydı. Görüldüğü gibi, özne bir yandan da kendi fantazmının oyuncağı oluyor. Freud, yetişkinler çocukken oynadıkları gibi oynamıyorsa, bunun nedeni, onların içindeki çocuk oyununun etkinliğinin yerini fantazmının alması olduğunu söylüyor. Bu anlamda fantazmın, hem haz hem de kaygı durumundan, keyif verme durumundan, oyunun işlevine benzer bir işlevi vardır.
Burada kafalarda oluştuğuna inandığım bir durumu izah etmeme izin verin. Ben Freud’un fantazm ile ilgili ilk söyledikleri karşısında şok yaşamıştım. Çünkü özneyi etkileyen hatta onu belirleyen olay, olmuş ya da olmamış olabilirdi. Ya da hayatınızı ya da ilişkilerinizi belirleyen sözcükler yanlış anlamanın bir ürünü olabilirdi. O zaman şunu sordum kendime. Ömrü boyunca sistematik şiddete, tacize maruz kalan. Ya da akran zorbalıkları ile uğraşan özneler, bunlar ne olacak? Çünkü bazılarının fantazm olma ihtimali yoktu. Ya da var mıydı? Sonra Freud’un elbette buna da bir cevabı vardı. Hatta psikanalizin bunlar karşısında olan işlevine dair bir yanıttı:‘’Semptomların ardından çocukluk deneyimlerinin biçimlendirdiği istekli durumlara uzanan malzemeyi ortaya çıkardığında başlangıçta gerçeklikle mi yoksa düşlemlerle mi uğraşıyor olduğumuz konusunda kuşkuluyuzdur.Ancak eğer bu çalışma parçası bitene dek onu çocukluğunun gerçek olaylarını araştırıyor olduğumuz inancı içinde bırakırsak onun daha sonra bizleri hatalı olmakla suçlaması ve apaçık saflığımızla alay etmesi riskini harekete geçiririz. Fantazmı, gerçekliğe denk saymamız ve başlangıçta incelediğimiz çocukluk deneyimlerinin biri ya da öteki olmasına aldırış etmememiz gerektiği yolundaki önerimizi kabul etmesi epey zaman alacaktır. Yine de, çok açık olarak, bu zihinsel üretimlere yönelik olarak benimsenecek tek doğru tutum budur. Onların da bir tür gerçeklikleri vardır. Hastanın bu fantazmı kendisi için ürettiği bir gerçek olarak kalır ve bu güncel nevrozu için, eğer fantazmın içeriklerini gerçekten yaşasaydı olabilecek olduğundan, hiç de daha az öneme sahip değildir.’’
Duyulduğu gibi Freud için olayın olmuş ya da olmamış olmasının bir önemi yoktur. Öznenin bir beyanı vardır ve bu beyanı esastır. Çünkü bu fantazmın özne üzerinde bir etkisi vardır. Fantazm öznenin, öznel kavrayışından kaynaklanmaktadır. Mesele, olayların büyüklüğü/önemli ya da önemsiz olması değildir. Kişinin hayatına onları nasıl dahil ettiği önemlidir. Analist bu olayların olup, olmadığıyla değil, ancak ve ancak öznenin üzerindeki etkileriyle ilgilenirse bir sonuca varabilir. Yani fantazma dair olan özdeşimleri, ötekinin arzusunu, bedeninde baş edemediği jouissance’a karşı nasıl savunma yaptığı ile ilgilidir. Ve elbette fantazmı kuran imleyenlerle ilgilidir durum.
Artık yazıyı sonlandırırken varacağımız sonuç psikanalizin semptomlara göre değil, yazının başında belirttiğim üzere yapıya göre klinliği belirlediğidir. Yani tek başına depresyon, yeme bozukluğu, uyku bozuklukları, ilişki sorunları, yapı ile ilgili hiçbir şey söylemez. Bunların ardındaki fantazm bizlere bir şeyler söyler. Lacan’ın Ecrits’de, “Öznenin Alt Üst Adilmesi ve Arzunun Diyalektiği” adlı metninde, obsesyoneli histeriden ayırt etmek için kesin yapısal kriterler önerir. Yani Lacan, teşhis için ya da klinik çalışma için semptom değil, fantazm konumlarını önemsiyordu. Hem histeri hem de obsesyonel de mevcut olan fantazm, yani öznenin Öteki’nin arzusuyla ilişkisine sahip olduğu görülmelidir. Obseysonel, der Lacan, “öznenin kaybolmasını önlemek için kurulmuş bir fantazm aracılığıyla Öteki’nin arzusunu inkar eder“, histeriğin arzusu “yalnızca Öteki’yi boş yere arzulayarak elde ettiği tatminsizlik sayesinde fantazmda varlığını sürdürür.” Semptomu bir kenara bırakan bu anlayış, Lacan’ın sonraki çalışmaları ışığında değiştirilmeyi hak ediyor. Freud, semptomu altta yatan bir fantazm terimleriyle açıklayarak bu bağlantıya ilişkin ilk saptamayı bize göstermiştir. Dolayısıyla obsesyon semptomları olan bir analizan, bu ilişki aşikar olmasa da ve tedavi ile doğrulanması gerekse de, yapı olarak farklılık gösterebilir. Doğrulanması gereken şey aslında fantazmdır. Lacan, 25. Seminerinde ‘’Sonuçlandırma Anı’’ başlıklı haftasında “zamanımızı rüya görerek harcıyoruz, sadece uyurken rüya görmüyoruz” diyor. Bu nedenle, uyanıkken gördüğümüz rüyaları, zamanımızı hayal kurarak geçirmekten ve onun Freudyen bir rüyadan başka bir şey olmamasından ayırt etmeliyiz – temelde rüya, uyanmaya karşı bir korumadır. Rüya, bir yere kadar uykunun bekçisidir. Ayrıca Lacan bilinçdışının “tam olarak sadece uyurken rüya görmediğimizin hipotezi” olduğunu belirtir. Bu nedenle, bilmeme, bilmek istememe tutkusuna yani kişinin kendi fantazmına dair bir şey bilmek istememesini buraya yerleştirebiliriz. Kişi için fantazmından uyanma arzusu yoktur, aksine onun fantazmı, uyumaya devam etme arzusunu korur.
Kaynakça
- Fink, Lacancı Psikanalize Bir Giriş: Klinik ve Kuram, çev. Özgür Öğütcen, Kasım 2016, Encore Yayınları
- Freud, S., Olgu Öyküleri I, çev. Ayhan Eğrilmez, Eylül 1998, Payel Yayınevi
- Freud, S., Ruhçözümlemesine Giriş Konferansları, çev. Emre Kapkın – Ayşe Tekşen, Mart 2016, Payel Yayınevi
- Freud, S., ve Breuer, J., Histeri Üzerine Çalışmalar, çev. Emre Kapkın, Ekim 2001, Payel Yayınevi
- Lacan, J., Ecrits, çev., Bruce Fink, 2002, W. W. Nortan & Company, Inc.
- Lacan, J., Lettre De Dissolution
- Lacan., J., Baba-nın-Adları., çev. Murat Erşen., Ekim 2014., Monokl
- Laplanche J., ve Pontalis, J. B., Temel Düşlem/ Kökenlerin Düşlemleri/ Düşlemin Kökenleri, çev. Talat Parman, Ekim 2002, Bağlam Yayınları
- Miller, J-A., Symptom and Fantasm
“Semptom ve Fantazm İkiliğine Dair” için 3 cevap
Harika bir yazı olmuş. İçeriğin yanında yazma stilinizi de çok başarılı buldum. Elinize sağlık.
BeğenBeğen
Çok teşekkür ederim sözleriniz için.
BeğenBeğen
[…] Demir’in “Semptom ve Fantazm İkiliğine Dair” yazısı üzerine birkaç not […]
BeğenBeğen