Psikanalizde Yorumlama, Aktarım ve Psikanalistin Öznelliği Üzerine

Yorumlama işlevini gösterenin bakış noktasından ele alırsak, yorumlamanın amaçlarından birinin gerçekte ne olduğunu yansıtabiliriz. Lacan’a göre, yorumlama, gösterenlerin senkronizasyonunda bir şey açığa çıkarmalı ve böylece belirli bir “tercüme” (yani, diğer gösterenlerin üretimi) olasılığını üretmeli veya getirmelidir.

 Şöyle diyor Fink: ‘’ Dolayısıyla, kehanetvari konuşma olarak yorum, analizan tarafından tamamıyla anlaşılamayacak yorum anlamına gelmez; aksine, yorumun kendi özel formülasyonuyla belirsizlikleri birbirine karşı kışkırtacağı anlamına gelir. Analist kendini ifade etmek için kasıtlı olarak, örneğin, analizanın söylemindeki önemli kelimelerin ya da isimlerin ayrılmaz parçası olan sesleri kapsayan kelimeleri içeren formülasyonlar tercih ederek, kışkırtıcı ve çağrıştırıcı yollar araştırır. Bazı analizanlar, kehanetvari konuşma karşısında sabırsız olmaya başlarlar, ama analist, açıklama için yapılan isteklere boyun eğerse sadece kendi amacından uzaklaşmış olur. Açıklamalar, analizanı analistin müdahalesinin neden ve niçinine kafa yormak için kışkırtmak yerine, analizanın taleplerini besler ve sadece daha fazla talebe yol açar.’’

Tüm bu yorumu analist neye göre yapar? Freud’un Psikanaliz Uygulayanlara Tavsiyeler metninde sesten ve telefondan bahsetmesi, basit bir benzetme olarak ele alınmamalı. Freud burada sesten bahsederken gayet yerinde bir durumu vurgular. Bu yine analistin dikkatinin neye yönelmesi gerektiği ile ilgili bir durumdur.

Ses mevzusunu dışlar, ve her şeyin gösteren olduğunu varsayarsak ne gibi sonuçlar olacağına dair şöyle diyor Freud: ‘’Kişi dikkatini son raddesine kadar kullandığında sunulan malzemelerin arasından seçim yapmaya da başlar; bir bölüme bilhassa sabitlenip kalır. Bu sebeple diğer yerlere aldırış etmez ve yaptığı bu seçimin gereğince kendi beklentileri ile yönelimlerinin peşine düşer. İşte tam da yapılmaması gereken budur. Eğer kişi yapılan seçimin gerektirdiği beklentilerin peşine düşerse zaten halihazırda bilinenden daha farklı bir şeyi asla bulamama tehlikesi içine de düşer. Eğer yönelimlerinin peşine düşerse mümkün olan algılamayı kesinlikle tahrif edecektir. Duyulan birçok şeyin anlamının zaten sonradan anlaşıldığı unutulmamalıdır.’’

Bu tam da yukarıda belirttiğimiz, analistin ön yargı ile dinlemesinin bir sonucu olarak, analizanın konuşmalarında, özneyi belirleyen bir göstereni kaçırma riski taşır.

Fink şöyle diyor: “En basit şekilde ifade edersek, ‘bizim her zamanki dinleme şeklimiz ötekinin ötekiliğini gözden kaçırır veya reddeder’. Başka bir kişinin anlattığı hikâyeyi benzersiz kılan, sadece o kişiye özgü olan şeyleri nadiren dinleriz; başkalarının kendileri hakkında anlattıklarını ya da kendimiz hakkında anlatabileceğimiz diğer öyküleri çabucak özümseriz, anlatılan öykü ile zaten aşina olduğumuz öyküler arasındaki farkları gözden kaçırırız. Farklılıkları örtbas etmek ve aynı olmasa da hikayeleri benzer hale getirmek için acele ediyoruz. Diğeriyle özdeşleşmek, onunla ortak bir şey yapmak için acele ederken, çoğu zaman uyumsuz olan hikayeleri zorla eşitliyoruz, duyduklarımızı zaten bildiklerimize indirgiyoruz. Duyma konusunda en zor bulduğumuz şey, tamamen yeni ve farklı olan şeydir: kendi kendimize ve hatta şimdiye kadar öğrendiğimiz herhangi birine oldukça yabancı olan düşünceler, deneyimler ve duygular.” (Fink, 2007)

Peki biz hangi sesleri takip edeceğiz? Hangi sesler bunlar? Bu seslerin önemi nedir? Bu sesleri dinlemek, psikanalizin sahip olduğu en büyük teoremlerden birini verir; Her öznenin kendi biricik hikayesini. Lacan’ın dediği gibi, iki analizan, aynı kelimlerle, aynı şeyi anlatıyorlarsa bile aynı şeyi söylemiyordur. Analizanın Söylemi, bir vaka ile örneklemek gerekirse, Sıçan Adam‘ın bilinçdışında bir tetiklenmeye yol açan sesleri ele alabiliriz. Çünkü belirli gösterenler Sıçan adamın aile mitine göndermede bulunuyordu. Mesela Spielratte kelimesi. Diğer yandan babası ile ilgili özdeşimlerine, eş seçimlerine, cinsellikle arasında olan şeylere, yasaya, babasına dair rekabete, sevgiye, nefrete dair olan tüm meseleleri belirli gösterenler etrafında şekillenmişti. Aslına bakarsınız singulearite/tekillik mevzusu burada ortaya çıkar. Freud bunları sözel-köprü olarak niteler: ‘’Yavaş yavaş babasının mirasına ilişkin tüm para ilişkileri karmaşasını bu dile çevirmişti; yani konuyla ilgili tüm düşünceleri “Raten-Ratten” sözel köprüsüyle saplantılı yaşamına taşınmış ve bilinçdışının egemenliği altına sokulmuştu. Dahası yüzbaşının kendisinden paketin ücretini ödemesini istemesi, babasının kumar borcuna geri götüren bir başka sözel köprü, “Spielratte” aracılığıyla sıçanların para anlamını güçlendirmeye yaramıştı.’’ Yani, Ratten, Raten,Spielratte kelimesinin aslında anlamının bir önemi pek yoktur. Sesteki singularite/tekillik daha önemlidir. Ratten sesi, bir başkasını değil, ama Sıçan Adam‘ı etkilemiş ve tetiklemiştir. Yüzbaşının Sesi onda bir gedik açmış, bu gediği tıkamak için semptom yaratmaya çalışmış lakin etkili olmamıştır.  Aslında günün sonunda, psikanalizde, tam da mantığın kendisi olan bu arka plan vardır. Çünkü mantık, düşüncenin olanaklarını ve içinde yaşadığımız gerçekliği kuracak düşüncenin olanaklarını belirleyen şeydir. Bildiğiniz gibi gerçeklik bir imgeseldir ve bu fantazm belli bir düşünce türünden beslenir. Öznenin kendisi  yakalanır – Sembolik ama elbette Gerçek bir yanı da var. Bu nedenle, özneden bahseder bahsetmez üç düzlemi dahil etmemiz gerekir: İmgesel / Sembolik / Gerçek. Tam olarak bahsetmek istediğim bu değil, ama bağlantılı çünkü Hakikat, Lacan’ın dediği gibi, “Ben, hakikat, konuşurum” dediği gibi Semboliğin tarafındadır. Yani hakikat, konuşma yoluyla kendisine bir geçit bulmaya çalışır. Burada öznede yakalanan bilgi, bilinçdışındadır. Kendini bilmeyen bir bilgi, kendini bilmeyen bir söz, söylenemeyen bir bilme ve bu yüzden her öznenin kesinlikle tekil bir hikayesi olmasıdır. Ve bu nedenle, analitik tedavi açısından bir obsesyonel için geçerli olan şey, başka bir obsesyonel için geçerli değildir, çünkü her birimiz, Bizi dile belirli bir şekilde getiren bir efendi gösterenleri tarafından belirleniyoruz. İşte yine özetlemek gerekirse, borç kelimesi. Bu kelime, herkes için farklı çağrışımlar yaratır. Borç ile ilgili düşünmeye başlarsak, kendimize özgü, biricik olan gösterenler zinciri üzerinden düşünmeye başlarız. Bu yüzden Freud not alma konusunda kendinden emin. Not almıyor, iyi bir hafızanın yanında ayrıca biliyor ki Özne yine gelmesi gereken noktaya gelecek. Toparlarsak, Psikanaliz, bir öznenin tekilliğinin herhangi bir norm, kural, belirleme veya gerçeklik standartlarına uyarlanması açısından amaçların ne olduğuna karar veremez. Dahası, Lacan ile birlikte psikanaliz, cinsiyetler arasındaki ilişkide herhangi bir norm olmasının imkansız olduğunu formüle etmiştir. Eğer tatmin yoksa ve norm yoksa, o zaman her insan kendi semptomuna dayanan belirli bir çözüm icat etmelidir.

Öznenin bu noktalardan, yani, çağrışımın en keskin kavşaklarından ya da seanslar içinde karşılaştığı yüzleşmelerden, konuşmasındaki paradoksları duymasından, semptomundaki sorumlulukları üstlenmesinden her daim kaçınır. Burada, Freud’un icat ettiği ve Lacan’ın geliştirdiği, analistin arzusu kavramının ne kadar değerli olduğu bir kez daha görülüyor. İşin diğer boyutu da var; bu sesleri duyma meselesi. Freud, çok açık şekilde diyor ki bu sesleri bir analistin duyabilmesi için kendi analizinden geçmelidir. Neden? Her şeyden önce okunan bu analitik kavramların soyut anlamından koparmak için. Örnek olarak direnç nedir?, Dürtü nedir? bunu analizde deneyimlemek, ezbere bilmekten daha başka. Analiz içinde dürtünün, dürtünün temsillerinin bedeninize yarattığı etkiler, psikanaliz sözlüklerinde olandan çok başkadır. Yorumlama konusu da aynı şekilde, analizan ve analist olmak üzere her iki tarafta da belirgindir. Ancak ikisi de bilinçdışı ile aynı ilişkiye sahip değildir, çünkü biri zaten bu deneyimi sonuna kadar taşımışken diğeri taşımamıştır. Bu analistin, analizanın salt hikayesine kapılmasının da önüne geçer. Daha beteri, analistin, analizanın gösterenlerine takılmasına neden olabilir. Yani analizanın bir sözü, analiste çarpabilir ve kendi semptomunu ya da karşı aktarımını tetikleyebilir. Bu meseleyi biraz daha açarsak, bir analizan, bir analiste hitap edecek. Duyguları, inançları ve beklentileri söylediklerine bir tepki olarak atfedecek ve öngördüğü inanç ve beklentilere göre hareket etmek isteyecektir. Söz konusu olan tek şey analizan ve analist arasındaki değiş tokuşlarda anlamın deşifre edilmesi değildir. Bu hitap, her şeyden önce yani bir analiste konuşmak, çağrışım yapmak iki partneri birbirine bağlayan aktarımı kurar. Lacan’ın, öznenin kendi mesajını Ötekinden ters çevrilmiş bir biçimde aldığı formülü, hem deşifre etmeyi hem de kişinin hitap ettiği kişiye göre hareket etme arzusunu içerir. Nihayetinde, bir analizan konuştuğunda, söylediklerinin anlamının ötesinde beklentilerinin, inançlarının ve arzularının Öteki’ndeki partnerine ulaşmasını bekler. Fantazmının partnerini hedefliyor. Kendi fantezisinin doğası hakkında analitik deneyimle aydınlanmış bir psikanalist bunu dikkate alır.  

Şimdi tüm bunlarla beraber çok kritik bir ifadeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Şöyle diyor Freud: ‘’ Yine de bu tekniğin benim bireysel yapıma uygun olan tek teknik olduğunu vurgulamak zorundayım ve çok daha ayrı bir kişilik yapısındaki doktorun hastalarına ve kendi görevine karşı farklı bir tutum edinme eğiliminde olabileceğini inkar edemem.’’ Çok dikkatli sezilirse, bireysellik vurgusu var. Analizde bir analizanla çalışma şekli, seans süresi, yorum, not almak vs. bunların hepsi benimle ilgili diyor. Bunun çok kritik olduğuna inanıyorum. Çünkü bu bir sürü sonucu var. Yani hem sonucu hem etkisi var. Freud, bir kurumun, otoritenin belirlediği bir yönteme karşı. Çünkü bunun ne gibi sonuçları olacağını biliyor. En önemlisi aktarım bağı ile ilgili. Aktarımın bağı, Lacan’ın ifadesiyle özneyi ilgilendiren, öznenin “Öteki’nin yeri” olan ve herhangi bir başkası tarafından yönetilmeyen bir yeri varsayar. Bu, bilinçdışının en yüksek derecede konuşma özgürlüğü ile ortaya çıkabildiği ve dolayısıyla cazibelerini ve zorluklarını deneyimleyebildiği yerdir. Aynı zamanda, bir fantazmın partnerinin figürlerinin imgesel oyunlarının ortaya çıktığı yerdir. Bu nedenle, bir psikanaliz seansı, devam etmekte olan güncel sürecin dışından bakışları ile herhangi bir üçüncü kişiye izin vermez. Lacan’ın dediği gibi ben bir palyaçoyum ama siz benim gibi olmayın. Taklit ettiğiniz ya da size ne yapacağınızı, kaç dakika seans yapmanızı, nasıl yorum yapmanız gerektiğini söyleyen Üçüncü bir kişi, Öteki’nin bu yerine indirgenecektir. Dolayısıyla Freud’un bu ifadesi, hem herkese bir yer hem de psikanalitik tedavi için önceden belirlenmiş bir amaç tahsis etmek isteyen otoriter üçüncü tarafların müdahalesini dışlar. Bu dışlama standart bir tedaviyi, psikanalitik tedavinin yönetildiği genel bir prosedürü de dışlar. Bunu, belirli vakaların yardımıyla psikanalizi aktaran Freud’un kendisinde görebiliriz: Sıçan Adam, Dora, Küçük Hans Kurt Adam vb. Örnek olarak Kurt Adam ile yer yer bir krize girdi. Freud, bir vakanın birliği içinde ortaya çıkan süreçlerin karmaşıklığını artık zapt edemiyordu. Ancak şunu fark etti: Teknik bir prosedüre indirgenmekten çok, bir psikanaliz deneyiminin sadece bir düzenliliği vardır: bu, tüm öznel tekilliğin ortaya çıktığı bir senaryonun özgünlüğüdür. Bir tedavinin süresi ve seansların nasıl açılması gerektiği standartlaştırılamaz. Freud tedavilerinin süresi değişiyordu. Gustav Mahler’in psikanalizinde olduğu gibi tek seans süren tedaviler vardı. Küçük Hans’ta olduğu gibi dört ay süren analizler de vardı, Sıçan Adam’da olduğu gibi bir yıl, Kurt Adam’da olduğu gibi birkaç yıl. O zamandan beri varyasyon ve çeşitlendirme psikanalizde olan büyümeyi durdurmadı. Dahası, psikanalizin ruh sağlığı ortamlarında muayene odası dışında uygulanması, psikanalitik tedavi süresindeki çeşitliliğe katkıda bulunmuştur. Klinik vakaların çeşitliliği ve psikanalizin uygulandığı çağdaki farklılıklar, bir analizin süresinin şu anda en iyi ihtimalle “kişiye özel” olarak tanımlandığını düşünmeyi mümkün kılmaktadır. Bir analiz, analizanın analizini sonlandırmak için deneyimlediklerinden yeterince tatmin olduğu noktaya kadar devam eder. Amaç, bir normun uygulanması değil, öznenin kendisi ile ilgili kısmı üzerinde bir anlaşmadır. Başladığımız yere dönersek, bu nedenle psikanaliz bir teknikten daha çok, her bir kişiyi kendi istisnasını, kendi tekilliğini üretmeye teşvik eden bir söylemdir.

Analitik eğitim, üniversite eğitiminin normlarına veya pratikte elde edilenlerin değerlendirilmesine indirgenemez. Analitik eğitim, söylem olarak kurulduğundan beri üç ayak üzerinde durmaktadır: teorik eğitim seminerleri; formasyondaki psikanalist; Cartel çalışmalarının pragmatik aktarımı. Freud bir aşamada psikanalitik bir kimlik belirlemenin mümkün olduğuna inanıyordu. Psikanalizin başarısı, uluslararasılaşması, yüzyılı aşkın süredir birbirini takip eden birçok nesil, bu psikanalitik kimlik tanımının ne kadar yanıltıcı olduğunu gösterdi. Bir psikanalistin tanımı, bu kimlikteki çeşitliliği içerir. Bu varyasyonun kendisidir. Bir psikanalizin tanımı ideal değildir, psikanalizin tarihini ve farklı söylemler bağlamında psikanaliz olarak adlandırılan şeyi içerir. Zaten yine başa dönersek, metninde başında Freud’un dediği ‘’ Yine de bu tekniğin benim bireysel yapıma uygun olan tek teknik olduğunu vurgulamak zorundayım’’ cümlesinin başka ne önemi olabilir ki? Bir analist kendi analizinin bir sonucu, bir artığıdır.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: