Aşk ve Bilinçdışı Bilgi – I

Freud ve Lacan çalışmalarında yalnızca aşk ve partnerler arasındaki karmaşık ilişkiyi aydınlatmakla kalmadı, aynı zamanda Freud ve Lacan’ın keskin müdahaleleri de aşk hakkında bize bazı önemli açıklamalar verdi. Zamanımızın kapitalist söylemi ve Babanın Adı’nın zayıflamasıyla, narsisizmin eşi görülmemiş yükselişi, aşkı daha da karmaşık hale getirdi ve mevcut kültürel zamanımızın sahnesini hazırladı. Burada iki durum var; ilk olarak narsisizmi, popüler anlamda kullanılan Narsisistik Kişilik Bozukluğu olarak adlandırılan ve çok bulanık bir görüngüye sahip olan yapı olarak ele almıyorum. Diğer yönden Kapitalist söylem derken elbette ideolojik bir eleştiri yapmıyorum. Psikanalizin işlevi böyle bir şey değildir. Çağımızın söylemi ne ise psikanaliz onunla, onun özneleri ve o öznelerin semptomları ile ilgilenir.

Konuyu dağıtmadan devam edersek, günümüz kültürünün sahnesinde aşkın ihtimaline uygun örnek vermek istersek, en önemli örneklerden biri akıllı telefonlar ve uygulamaları düşünebiliriz. Partner olarak seçtiğimiz nesnelere erişme yollarımızın çoğalması ve kolaylaşması, işleri daha basit hale getirmedi – hatta bazı durumlarda, Lacancı bir kavram olan Babanın Adı dediğimiz geleneğin yolunu itibarsızlaştırarak ve her özneye kendi aşk ve cinsellikle başa çıkma yolunu icat etmesini zorunlu kılarak, işleri daha da zorlaştırdı. Bu icat maalesef her özneye kesin çözümler sunamıyor. Diğer yandan ise nesne seçimine dair ilginç değişimleri de gündeme getiriyor. Örnek olarak Mehmet Mansur’un son dersinde Heidegger’e atıfla anlatmaya ve açıklamaya çalıştığı kapitalist araçlar, eşyalar, artık nesne seçiminin bir nedeni haline mi geldiler? Sayın Mansur şu soruyu sormuştu derste; partner seçiminizde etkili olan artık anne-baba imagoları mı? Yoksa elinizde tuttuğunuz telefonlar, sahip olunan eşyalar mı? Bu soruyu burada tartışmayacağım. Her gün aslında günlük konuşmalarda, arkadaşlarla diyaloglarda ya da klinikte konuşulanlara şahit olduğumuzda, aşka dair bir imkansızlığa zaten şahit oluyor, aşka dair bir birleşmenin ne kadar ender olduğunu görüyoruz. Her gün, aşk temasıyla ilgili çeşitli sitemler ve şikayetler duyuyoruz: Bunların belli başlı örnekleri vardır: ‘’Beni sevmeyeni seviyorum’’, ‘’Sevdiğim dışında herkesle seks yapabilirim’’, ‘’Onunla sadece bir başkası ile seks yaptığımı düşünürsem seks yapabilirim’’, ‘’onu, onun beni sevdiğinden daha çok seviyorum ama onu o kadar çok sevmeme rağmen asla ona güvenmiyorum’’, ‘’beni görünüşüm için seviyor’’, ‘’beni param için seviyor’’, ‘’beni konumum için seviyor’’, ‘’beni sadece bedenim için seviyor’’, ‘’bana bunu diyor ama aslında başka bir şey mi demeye çalışıyor’’, ‘’Beni sevdiğini söylediğinde ona inanmıyorum hatta bana katlandığını düşünüyorum’’, ‘’Bütün gün ondan şikayet ediyorum ama onsuz yapamıyorum’’, ‘’Seviyor muyum sevmiyor muyum bilemiyorum’’, ‘’Aşık olduğum o sanmıştım ama yine yanıldım’’, ‘’Ona x,y istediğimi söylüyorum ama aslında onu istediğimi bilmeli…’’. Sonsuza dek gidecekmiş gibi görünen bu cümleler bile öznelerin aslında nasıl bir imkansızlıkla boğuştuğunun kanıtıdır. Aşka dair bu diyalogların birçok bir yanı vardır; mesela aşk meselelerinde genel bir yanlış anlamanın hüküm sürdüğü duygusunu hissettirir bize: bir ilişki, imkansızlıklar, açmazlar ve dile getirilmeyen arzularla doludur.

Şu ana kadar bahsettiğimiz meselelere derinlemesine bakmak istersek, Freud, narsisizm ve libido kavramlarını kullanarak aşkın dinamiklerini açıklamaya çalıştı, ancak Lacan’la aşk daha karmaşık ve daha ilginç hale geldi.

İlk olarak, Freud’un nesne seçimi meselesini ‘’Cinsellik Üzerine Üç Deneme’’ adlı çalışmasında ne kadar erken dönemde kurduğunu hatırlarsak, Freud’un cinsel ilişkiye pek fazla inanmadığını görüyoruz ve sonunda insanların tuhaf davranışlarını açıklamak için Eros ve Thanatos’u ortaya atarak kısmen de olsa bir mantığa göre, psikanalitik kuramın açmazlarının mitsel bir çözümüne razı oluyor. Bu metinde Freud temel olarak çocukların polimorf sapkınlıklarıyla karşılaştığına şahit oluyoruz – yani, bedenin organları; gözler, kulaklar, ağızlar, anüs vb. bölgeler. Bu da dolayısıyla  bir bedenden, bütün olarak zevk alınamadığı olgusunun kendisidir. Freud’un argümanı şu şekildedir: “[…] sapkınlık eğilimi, insanın cinsel dürtüsünün özgün ve evrensel bir eğilimidir.’’ Ve dürtüye dair der ki ‘’dürtü için nesnesinin çok önemi yoktur’’. O halde eğer ortaya çıkan durumdaki cinsel dürtü, Freud’un iddia ettiği gibi, ne birleşmiş ne de spesifik olarak bir nesneye yönelmemişse, o zaman, genital amacın önceliğine boyun eğmesini ve bir nesne seçimine bağlanmasını ancak olgunlaşma sürecinde meydana gelen organik değişikliklerin ve psişik engellemelerin bir sonucu olarak gerçekleşmesi izler. Cinsel dürtünün aldığı yönü sınırlayan güçler arasında utanç, iğrenme, tiksinti, merhamet gibi affektler ve toplumun inşa ettiği ahlak ve otorite yapıları vardır.

Freud’un konumu o zaman açıkça belirlenmişti ve daha fazla değişmeyecekti. İnsan cinselliği geri döndürülemez bir şekilde “çok biçimli sapkın”dır ve dürtü öğelerinin birleşmesi, eğer böyle bir şey varsa, üreme için gerçekleşir. Uygarlığın bir sonucu olarak  genital bölge için “üreme amacıyla ayrı cinsel dürtüleri birleştirme işlevini üstlenir” der,  çünkü “uygarlık ile cinselliğin serbest gelişimi arasında ters bir ilişki vardır”. Bu nedenle Freud, bedenin öncelikle parçalanmış olduğunu ve birleşmenin yalnızca ikincil ve her zaman kusurlu olduğunu, uygarlığın taleplerinin bir sonucu olduğunu açıkça belirtir.

Miller’ın “Lacancı biyoloji” metninde belirttiği gibi, cinsel dürtü, üremeyi amaçladığı sürece, bedenin çeşitli bölgelerine bağlı kısmi cinsel dürtüleri üreme amacına yöneltmekte başarısız olur. Bu nedenle, insan cinselliğini yöneten bu başarısızlıktır. Öyleyse Freud için aşk nasıl oluyor? Freud’un çalışmasında aşk, esasen egoya endekslenir ve “Narsisizm Üzerine” adlı makalesinde tanımladığı gibi, diğer tüm organlar gibi libido ile donatılır.  Burada, mantıksal olarak egoyu libido yüklü bir imajı açımlayan Lacan’ın ayna evresinin matrisini buluyoruz. Freud’a göre aşk, Oidipus kompleksinin çeşitli terimlerine göre sembolik olarak dağıtılan egosal bir yatırımdır: özdeşleşme ve nesne seçimi, “ego-libido’nun tersine çevrile-bilirliği” mekanizması sayesinde, bir ötekinin imgesinin libidinal yatırımının vektörleridir. Narsisizm, içeriğinin bir kısmını nesnelere gönderen büyük bir hazne olarak kabul edilir. Bu rezervuardan gönderilen enerji her an geri alınabilir.  Bu noktadaki psikanalitik teori son derece açıktır. Yani egoyu Freud’un konumlandırdığı ve Lacan’ın imgesel düzlem olarak açıkladığı nesne ve ego arasında bir salınım. Aşk adı altında bir başkasına yapılan bu ego-libido yatırımıdır. Başka bir deyişle, ilk önce bir organın erojenleşmesi gibi bir ego yatırımı yoluyla kısmi dürtülerimizi (bir yanılsama olarak) birleştiriyoruz ve ikinci olarak, kendimize yatırım yaptığımız şekilde ötekinin egosuna yatırım yapıyoruz. Tekrarlıyorum, Aşk adı altında bir başkasına yapılan bu ego-libido yatırımıdır. ‘’Aşk tehlikelidir’’  çünkü hayatta kalmak için ihtiyaç duyulan libidinal yatırımın egonun nesne uğruna tüketmesi anlamına gelir, ancak ‘’aşk gereklidir’’ çünkü ayna evresinin mantığına göre parçalanmış bedeni, libidinal döngü yoluyla, imajı her zaman bizimkinden daha eksiksiz olan/ya da olduğuna inanılan partnerle birleştirir. Burada elbette yasın klinliğine girmeyeceğim ama zaten herhangi kayıptan, ayrılıktan sonra gelen semptomlar bununla alakalıdır. ‘’..aşık olmak bir uzuv edinmektir’’ der Adam Phillips; onun cümlesinin dayandığı noktalardan biri de burasıdır. Partner kaybı da bir anlamda bir uzvun kaybı muamelesi görür. Bu beden ise psişik bir beden olarak düşünülmeli. O yüzden bedenin yaralanmasına benzer şekilde, böyle bir kayıp, psişik bir kargaşaya neden olur. Bu kargaşayı önlemek için işte nevrotik depresyonun klinliğini buluyoruz karşımızda. Melankoli ve patolojik yasın yapısal ayrımının farkına burada girmeyeceğim tabii.

Devam edersek, burada, Freud’un kısmi dürtüler ve bunların deyim yerindeyse dışarıdan dayatılan yapay birleşme ihtiyacına ilişkin görüşünü, Lacan’ın 20. Semineri Encore’daki ünlü sözüyle ilişkilendirmek istiyorum: “Karşılıklı olmasına rağmen aşk güçsüz, iktidarsızdır, çünkü Bir olma arzusundan ibaret olduğunun farkında değildir; bu da bizi, ikisi/onlar arasındaki ilişkiyi kurmanın olanaksızlığına götürür”. Buradaki kısmi dürtüler fikri üzerinde çeşitli nedenlerden dolayı ısrar ediyorum: bedenin farklı erojen bölgeler olarak parçalı olması, özellikle post-Freudyenlerin çalışmalarında, psikanalitik teoriye yönelik kısmi dürtülerin birleşme ve pasifleşme ihtiyacı konusunda neden bu kadar ısrarcı olduklarını açıkladığı için. Aşkın Eros olarak işlevinin Freudyen tanımını açıklar; yani birleşme, Bir yapma/olma arzusu. Bazı post-Freudyenlerin analizin sonu olarak hedefledikleri durum budur. Bu noktaya eleştirimi bu yazının diğer serilerinde belirteceğim. Diğer nedenlerden biri, kısmi dürtüler meselesi, tüm bunların içinde beden meselesini gündemimize getiriyor: Öncelikle parçalanmış beden statüsü göz önüne alındığında, bedenin nasıl cinsiyetlendirildiği gibi soruların olması şaşırtıcı mıdır(yani özne hangi kimliği seçer); Nasıl seks yapılır (yani özne hangi cinsel tatmin tarzlarını arar); Nasıl eşleşir…Nasıl partner bulunur? Bu partnerle buluşulunca ne yapılır? Beni arzular mı? Şöyle yapsam yine de arzular mı?  bu kadar karmaşık sorular olmalı mı? Ve özneler olarak bu soruları uygarlık söylemlerinin yardımıyla yanıtlamaya çalıştık, bu söylemler hakikatin radikal göreciliği zamanında ne kadar çok parçalanır ve çoğalırsa, bedensel kimliğe ilişkin sorular o kadar karmaşık hale gelir.

Lacan, 8.Seminer’de aşktan “sonuçta özneler arasındaki ilişkilerin en derin, en radikal, en gizemli olan işlevi” olarak bahseder. Ve 20. Seminer’de Lacan şunu teyit ediyor: ” Cinsel ilişkiyi telafi eden tam da aşktır.’’ Lacan’ın iki seminerdeki konumu oldukça farklı olsa da, fikir yine de aşkın bir muammayla ilişkili olduğudur. Geç dönem Lacan’ın çalışmalarında, Jacques-Alain Miller’ın dediği gibi, “gerçeğe dahil olan bilgide bir delik” olduğunu ve aşkın da Lacan’ın meşhur sözlerinden biri olan ama zaten kökenlerini Freud’da bulduğumuz ‘’Cinsel ilişki yoktur’’un sözünün bir tamamlayıcısı olduğunu söyleyebiliriz: aşk vardır, çünkü gerçeğin içerdiği bilgide bir boşluk vardır ve aşk bilgideki bir boşlukla ilişkilendirildiği için, konuşma olmadan aşk olamaz.

Yazımın girişinde belirttiğim gibi telefon uygulamalarının sağladığı partner seçimi bolluğu ve buna dair ilişki durumu seçeneği karmaşıktır, genel olarak sahip olduğumuz tüketim endeksli teknolojiler için sonsuz sayıda değişkene sahip algoritmaların bile sembolikteki deliği kapatamayacağının sinyallerini verir. Bundan dolayı da karşımıza popüler psikoloji konuşmaları, ilişki uzmanları, iki partner arasında var olan imkansızlığı dikmeye çalışan ego analistleri doğdu. Çünkü çok fazla soru var ve bu cevaplara sahip olduğunu iddia edenler de bir o kadar fazla. Sadece sorular çoğalmadı, cevap verdiğini iddia edenler de çoğaldı. Ama sosyal medya olsun, tv programları olsun ya da youtube videoları olsun ilişki üzerine söylenen cümlelerin de partnerlerin semptomuna dokunmadığını görüyoruz. Tüm çabalara rağmen Cinsel ilişki kendini yazmamaya devam ediyor: Her ne kadar pornografinin her yerde var olduğu bu zamanda her türlü cinsel eylemin amansız bir şekilde ortaya çıkmasıyla “gizem” gerilemiş olsada, konuşma yani dil denkleme girer girmez cinsiyetler arasındaki karşılaşmada opaklık ısrar ediyor. Burada önemli olan nokta anatomik cinsiyetlerden değil, Lacan’ın anatomiden bağımsız olarak eril ve dişil olarak belirttiği jouissance biçimlerinden bahsettiğimiz anlaşılıyor: yani, Cinsiyetlenme tablosunda Lacan tarafından formüle edilen iki ana aşk biçimi tarafından yönlendirilir. Aynı zamanda, Lacan’ın belirttiği gibi, Öteki cinsiyetin yabancılığıyla karşılaşma anlamında Lacancı ‘’gerçek’’, aşkın önündeki engeldir.

Konuşma denklemine geri dönersek, bununla ilgili yine günümüzden bir örnek olarak, bir flört uygulamasını ele alalım: belirli bir alan ve konum içinde belirli bir tür eylemi gerçekleştirmek isteyen bir cinsel partneri bulmak için kullanabileceğiniz uygulamalar var. Daha sonra belirli bir yere gidilebilir, bir araya gelinir ve ilgili iki bedenin cinsel tatmini için önceden belirlenmiş gereksinimleri karşılayan bir eylemi gerçekleştirebilir ve daha önemlisi bunun için birkaç cümle hariç başka bir kelime alışverişinde bulunmanıza bile gerek kalmayabilir. Bununla birlikte, cinsel ilişkide konuşmanın getirdiği belirsizliği silmeye yönelik girişimler, muammayı daha da arttırır; öznenin kendine dair sorularını arttırır. Analizde yer alan öznelerin sıklıkla şikayet ettiği bir karşılaşma türünü daha da üretir: aşık olmak ne demek, sevilmek ne demek, özel olmak ne demek, başka bir bedenin memnuniyeti için bir nesneden daha fazlası olmak aslında nasıl olurdu gibi sorular çoğalabilir. Colette Soler’in belirttiği gibi, sevişmeden sonra sıklıkla konuşmak ‘’Cinsel İlişki Yoktur’’un deliğini kapatmaya dair bir girişimdir; bu soruları örtmeye, imkansızlığı örtmeye yönelik girişim. Partnerler konuşarak bu boşluğu dikme girişiminde bulunurlar. Tabii bu erkekler için daha travmatiktir. Bir ilişki sonrası oradan kaçmayı bile düşünebilirler.

Modern hayatın bu paradoksu,  bilim ve kapitalizmin birleşme söylemlerinin, özneyi sonsuza dek bir nesne olarak üreterek bilinçdışının öznesini dikmeye yönelik başarısız girişimlerinin altını çizer; diğer yandan aşkın konuşma düzlemine, sembolik kayıtla ilgili olmasının ne olduğunu söylemek gerekirse, aşk Öteki’yi içerir; ve son olarak aşkın, otoerotik doyum olasılığının bir komplikasyonu olduğunu, yani, Öteki’nin boyutunu içermeden kişinin kendi bedeninden erojen bölgelerinden elde edilen tatmin olduğunu söylebiliriz. Hem Ötekiyle hem Ötekisiz bir ilişki. Ama ne Ötekiyle ne Ötekisiz; bu aşkın paradoksudur.

İşleri daha fazla karıştırmamak adına konuyu en önemli bölümünü oluşturan Aşk ve bilinçdışı bilgi arasındaki yakınlıkta tutacağım. Lacan’ın, Platon’un Şölendeki Sokrates’in konumunu açımlaması, bu konuştuğumuz konular için çok önemliydi, yani kendinden/kendiliğinden/ Saf Kendi varlığından kaynaklı sevilen biri olmaya razı olamaz.

Lacan aşk ve bilgi arasındaki yakınlıkta, daha özel olarak ise bilinçdışı bilgide ısrar ediyor. Örneğin, Lacan şöyle diyor: “Psikanalizin ortaya çıkardığı şey, bilginin, bilinçdışı bilginin aşkla bir ilgisi olduğudur”. Bu kısaca şu demektir; aşk nesnesinin seçimini belirleyen şey, köklerini bilinçdışında bulur. Ayrıca 20. Seminer’de Lacan, aşkın temelde sadece imgeye değil, bilinçdışının öznesine hitap ettiğini açıkça ifade eder: “Aşkta hedeflenen öznedir, eklemlenmiş bir cümlede varsayıldığı kadarıyla öznedir.” Yine 20. Seminer’de şöyle ifade eder: “Bütün aşklar iki bilinçdışı bilgi arasındaki belirli bir ilişkiye dayanır”. Aşk ve bilinçdışı bilgi arasındaki bu yakınlığı daha da anlamak için, Lacan’ın Platon’un Şölen’indeki Sokrates’in konumuna neden özel bir ilgili gösterdiğini biraz açalım: ötekinin bana aşık olması için ‘’ötekinin salt aşkının’’ bu iş için yeterli olduğu anlamına gelmez, çünkü eğer seviliyorsam, bu benimle ilgili olan ama beni de aşan ve ötekinin bakışında yakalandığım bir durum ile ilgili olmalı. Ötekinin bana olan aşkına, yani, aşkına dair semptomuna karışmış durumdayım. Daha doğrusu, onun aşkının partneri konumunun yanında bir de semptomunun partneri konumunda ötekinin aşkına karışmış durumdayım. Eğer seviliyorsam, içimde, ötekinin beni sevmesini sağlayan bir şey olduğu içindir. Aslında şöyle der Öteki: Seni seviyorum/Sana aşığım çünkü sen benim için aşkımın nedenisin. Ve bir başkasının bana olan aşkına karşılık vermek, kendim hakkında bilmediğim ve ötekinin aşkına neden olan bir şey için sevilmeye razı olmak demektir. Bende beni aşanı görmemek, aslında ötekinin aşkına saf olarak bir neden olduğuma inanmak. Aşka karşılık vermek, Şey’in yani nedenin ben de olduğuna inanmaktır. Sokrates’in Alkibiades için razı olmadığı şey budur: Alkibiades’in sevgilisi olmaya razı olamaz çünkü Sokrates bilendir. Sokrates, kendine bakıldığında onda olmayan, onu aşan bir aşk nedeni olduğunu bilir. Lacan 8. seminerde gösterdiği üzere, Sokrates’in konuşmasının özünde olduğunu ileri sürdüğü gösterenin mantığı ile bilinmeyene rıza gösteremez, kendisini gösterenin yasalarına tam olarak tabi olmayan bir karşılaşmaya maruz bırakamaz, bu az önce anlattığım konuşmaya, konuşma yasalarına da diğer yönden atıftır. Yani Lacan’ın fikrini özetlemek gerekirse: Platonik aşk, saray aşkı, karşılıklı aşk, vb. ne olursa olsun , bilinmeyene rıza göstermeden aşk karşılaşması olamaz. Ama bu karşılaşma bilinmeyen bir komplikasyondur!

Lacan’ın aşk ve bilinçdışı bilgi konusundaki düşüncelerini biraz daha açarsak: Aşkın bilinçdışıyla olan ilişkisi, aşkın bilinmeyenle, özellikle öznenin, kendisi hakkında bir şey bilmediği ve tanımadığı bir ötekiyle karşılaşmasında kendi hakkında nelerin etkinleşeceği ile ilgili olduğu anlamına gelir: “Bir karşılaşmanın şartı, insanın bilmemesidir. Bir kişi bir ötekiyle ilişkiye başladığında ötekinin aslında kim olduğunu, ne söyleyeceğini, ne yapacağını bilemiyor…. Partnerle nasıl olunacağını bil(e)miyor insan…”. Karşılaşma hakkındaki bu bilgi eksikliği, bize ilişkinin gelişmesiyle, nasıl ilerlemesi gerektiği ile ilgili hiçbir garantinin olmadığını gösterir. Tam da bu boşluğun yerine fantazmla gelir özne. Kişi bu boşluğu, bildiği senaryo yani fantazm ile doldurur. Diğer bir durum, karşılaşma özneyi dengenin otomatından çıkardığı için işler ters gidecektir: aşk ilişkisi başarısız olur. Klasik bir söylem vardır, aşk filmlerinin klasik repliğidir, ilişkiden dolayı muzdarip insanlarda kullanır bu cümleyi: ‘’İşimizde gücümüzdeydik nereden çıktı bu aşk belası karşımıza?’’. Ve gerçekten de, “partnerle karşılaşma, aynı şekilde, kişinin semptomlarıyla, kişinin söylemekte yaşadığı güçlüklerle ve affektlerle, utançlarla, kaygılarla, sevinçlerle ve üzüntülerle karşılaşmasıdır”. Ve karşılaşmanın gelişimini önceden yazacak hiçbir bilgi, aşkın tarifi olmadığı için, aşk karşılaşmasında öne çıkan şey tam olarak başarısız olan, çalışmayan şeydir: aşk ilişkileri karmaşıksa, bunun nedeni, sembolikteki deliği sınırlamak için kristalleşen bilinçdışı oluşumlarına ve öznelerin gerçeğe karşı savunma olarak kullandığı, bilinçdışı fantazm gibi, varlık kurgularına girmesidir. Bir yandan aşk olduğu için cinsel ilişkinin yazılamamasıdır. Ancak cinsel ilişki yazılamadığından aşk da savunmamızı bozan bir dizi fenomeni tetikler. Bu, bazı insanların neden aşktan uzak durmayı bir savunma olarak tercih ettiğini açıklayabilir: örneğin bir insan, aslında arzu ettiği biriyle evlenmez. Bir kişi diyebilir ki ‘’ben neşeli insanlardan hoşlanıyorum’’, ama aynı zamanda da sıkıcı biriyle evlenir ve bu seçtiği hayattan da şikayet eder. Söylemi ile seçtiği partner arasındaki boşluğu görmeyecek şekilde semptomuna da devam eder. Birini sevmek demek, bilgide bir boşluk olduğu gerçeğiyle yüzleşmek ve eksiklerimizi barındıran bir ötekine rıza göstermektir. Ve bu boşluğu kişi kendi semptomları, fantazmları ve eylemleri ile doldurur. Bunu üçüncü kez ifade ediyorum farklı bir yolla. Meseleyi karıştıran noktalardan biri de burası. Eksikliğe razı olmak, bazılarının kaldırabileceği bir şey değildir. Bir çok sorun burada da peydah olur.

Artık toparlarsak, günümüzde yapılan teknikler her ne kadar bu boşluğu dikmeye, doldurmaya çalışsada partnerler arasında gizemli kalan, açıklanamayan, uymayan, aksayan bir şeyler hep olacaktır. Her konuda olduğu gibi, aşk ilişkileri anlamında da  evrensel bir hakikat yaratmak imkansız bir girişimdir. Bunu Freud’un, psikanalizin bir dünya görüşü olmaması gerektiği yönünde olan söyleminde de görürüz. Nafile bir evrensel hakikatin icadı. Peki psikanalizin konumunu alırsak tüm bu anlatılara cevabı nedir?

Lacan’ın ama ondan önce zaten Freud’un keşfettiği gibi, psikanalizin, bilgi ve bilinçdışına dair söyleyecekleri vardır. Çünkü  psikanalizin bilinçdışı bilgiyle bir ilgisi vardır. Psikanalizin amacı, aynı olmayan hakikati sorgulamak ve hatta hakikati bilgi olarak sorgulamaktır, her durumda hakikati sorgulamaktır. Hakikat, evrensel bilgi değil, bir öznenin tekil hakikati anlamına gelir. Özneleri tek tek kendi mitselliğinde ele alır. Çünkü her özne kendi benliğinde kendi geçmişinin özdeşimlerini taşır. Yani iki özne saf, pür olarak ilişkiye girmez. Kendi aile mitleriyle beraber olurlar. O halde kişi partneri ile beraber olduğunda ya da evlendiğinde sadece karşı tarafın saf haliyle değil, partnerin içinde taşıdığı geçmişine dair özdeşimlerle de beraber olur. Bu yüzden psikanaliz bu boşluğu, deliği dikmek ile uğraşmaz ama bir ilişkideki tekrarları, özdeşimleri, jouissance’ı, S1’leri keşfederek özneyi kendi hakikati ile yüzleştirir. Diğer yandan diğer yöntemler aşk acısını silmeye, kişinin kayıp karşısında yaşadığı kaygıya karşı ‘’savunmaları güçlendirmeye’’ ya da özne ne olduğunu bile anlamadan kayıp partnerin yerine yeni partner bulmaya karşı yüreklendirmelere maruz kalır. Bunun sonucunda ne olur? Kişi tekrar aynı acıya, aynı ilişki paternine doğru geri yollanır. Bunu da ‘’tedavi’’ adı altında özneye dayatılan bir zorlama olarak günümüz ekollerinde görüyoruz. Benim deneyimlerime göre psikanaliz acıyı geçirmek ile değil, acıyı yaşatmak ve ötekine dair bu acıda açığa çıkan bilinçdışı fantazma dair bilgileri işlemekle ilgilenir.  Bununla beraber ise belki Lacan’ın dediği gibi psikanalitik bir çalışmanın sonunda özne yeni bir ilişki/yeni bir sevme biçimine kavuşur. Bir kayıbın üstünü örterek değil, bu hatıra izi ile beraber aşkını somutlaştıran bir partner ile beraber başka bir sevme potansiyeline kavuşur. Sadece sevme değil, sevilme potansiyeline de. Çünkü sevmek kadar sevilmeye izin vermek de bir potansiyeli açığa çıkarır. Psikanaliz, yeni bir sevme ve sevilme biçimine neden olur. Bunun nasıl olduğuna ve ne ile sonuçlanacağına ise özne kendi semptomu ve fantazması ile ilişkilenerek, analitik sürecinin sonunda bu semptomu ile karşılaşarak bir cevap bulabilir.

Buraya kadar olan kısım, aşkın,  psikanalitik olarak çok cılız bir özetini sunmaktı. Bu yazıya dair diğer serilerde burada öne çıkardığım meseleleri tek tek açmaya çalışacağım.

“Aşk ve Bilinçdışı Bilgi – I” için 6 cevap

  1. Merhaba

    Emeginize sağlık yazinizi ilgi ile okudum devaminda da takipten kalacagim

    Fakat yaziniza referans olabilecek kitap ve kaynaklari onerir misiniz mumkunse

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: